'AZ GELİŞMİŞ ÜLKELER KENDİ ORDUSUNUN İŞGALİ ALTINDADIR'

Abone Ol


Yukarıdaki söz şahsıma ait değil... Ünlü bir siyaset bilimciye (Montesquieu) ait... Aslında bunu bir adım ileriye taşımak gerek günümüzde: "az gelişmiş ülkeler, gelişmiş ülkelerin işgali altındadır, gelişmiş ülkeler de üst aklın…"

İsterseniz gelişmişliğin-azgelişmişliğin ne anlama geldiği üzerinde duralım önce... Farkında mısınız bilmiyorum ama, bize bütün bu isimler 'gelişmiş ülkeler' tarafından veriliyor. Coğrafyamızın adı bile öyle değil mi... Ortadoğu... Kime göre dersiniz... Elbette ki dönemin emperyal (gelişmiş) ülkesi İngiltere'ye göre... Nitekim Kuzey Irak ismi de zamanın emperyal gücü tarafından konmadı mı... Oysa bize göre orası güney...

Fikret Başkaya 'Az Gelişmişliğin Sürekliliği' isimli eserinde konuya temas eder ve haklı olarak kategarizasyonun gelişmiş ülkeler tarafından ve yine sömürüye devam etmenin bir aracı olarak yapıldığı tesbitini yapar. Batılı, insanı makinalaştırdığı ve bütün ilişkilere çıkar odaklı baktığından, tanımlamayı da buna göre yapmıştır. Zira gelişmiş olmanın birinci kriteri daha fazla milli gelir ve daha fazla GSYH'ye sahip olmak olarak tanımlar. Gelişme, kalkınma ve büyüme gibi kavramların detayı var ama konu dışı olduğu için girmiyorum.

Dünyanın siyaseten şekillendiği çeşitli dönemler vardır. Bu dönemlerde sürekli 'yeni bir dünya düzeni' kurulur. Bu şekillenme Birinci ve İkinci Dünya Savaşları sonrası olmuştur mesela... Dünyanın şekillendiği en son dönem ise Sovyetlerin yıkıldığı 1990'lı yıllardır. Yaşımız müsait olduğu için hatırlıyoruz elbette... Varşova Paktına karşı ‘hür ve kapitalist’ Avrupa’yı komünizm tehdidine karşı korumak maksatlı kurulan NATO, Varşova Paktının dağılmasıyla karşısında düşman kalmayınca kendisini tasfiye etmek yerine, “Yeni Bir Dünya Düzeni” kurmak için mevzi aldı. Zira komünizme karşı kurulan NATO nasıl Sovyetler dağılınca namlusunu İslam dünyasına çevirmişse, yine komunizm tehlikesine yeraltı örgütü olarak NATO tarafından kurulan kontrgerilla içerideki İslami oluşumlara karşı görevlendirilmişti.

Öyle ya; iki kutuplu dünya sonlandığına göre bu kutupların nüfuzu altındaki ülkelerin ‘kendi başlarına’ iş çevirmeleri söz konusu olabilirdi. Burada da potansiyeli en yüksek ve kaybedildiğinde bedeli en ağır coğrafya, kendi tabirleriyle “Ortadoğu” idi… Her ne kadar Birinci Dünya Savaşı sonrası teslim almış olsalar da yeni kıpırdanmalara müsaade etmemek gerekirdi. Irak’tan başladılar. Bu ülke vasıtasıyla İran’a da ağır bedeller ödettiler. Bir süre sonra projenin bir devamı olarak ‘Büyük Ortadoğu Projesini’ (BOP) hayata geçirdiler. Zira yıpranmış ve toplumsal karşılığı kalmamış ‘ihtiyar’ diktatörlüklerle devam etmenin mümkünatı kalmamıştı. Mevcutları yenileriyle değiştirmek onları hiç değilse bir elli yıl daha oyalamak anlamına gerekiyordu. Nasılsa o zamana kadar yeni bir formül bulunurdu.

Elbette kötülerin Türkiye için de bir planı vardı Zira ‘NATO korumasındaki’ Sovyet tehtidi kalktıktan sonra boş bırakılması söz konusu olamazdı. Gerçi Türkiye’nin başını zaten boş bırakmıyorlardı ama, milletin engin feraseti ile iç tehditlerin hızlı bir şekilde aşılması mümkündü. Nitekim ÖZAL çözmeye çalışmıştı ama, içerideki işbirlikçilerinin yoğun propagandası ve provakasyonlarıyla (33 silahsız erin katledilmesini ve Madımak-Başbağlar katliamlarından bahsediyorum) akamete uğratıldı. Nihayetinde şüpheli bir şekilde aramızdan ayrıldı.

1990’lı yıllar Türkiye bakımından tam bir felaketti. Ekonomik ve siyasi krizlerin yaşandığı, darbe ve muhtıraların konuşulduğu, mafyanın alıp başını gittiği, terörün tavan yaptığı dönem hep bu tarihlere rastlar. Dolayısıyla Türkiye’nin bırakın İslam dünyasına öncülük etmeyi belini doğrultacak hali yoktu. İşin doğrusu, böyle bir irade de söz konusu değildi. Zaten her istediğini yapan, sürekli gözlerin üzerinde olduğu ‘ordu’ 28 Şubatla birlikte bir kez daha sopasını göstermiş halkı te’dip etmişti. Bunu ilk defa da yapmıyordu elbette… Daha önce de daha sonra da yapmıştı.

Türkiye’nin, halkının çoğunluğu Müslüman olan ülkeler bakımından özel bir yeri olması nedeniyle, geçmişteki formülünde,yenisininde ‘nev’i şahsına münhasır’ olması gerekiyordu. Türkiye’de görünüşte de olsa bir demokrasi vardı ama ‘vesayetçi’ küçük bir azınlığın oligarşik işgali altında idi. Ordu, yargı, yüksek mahkemeler, basın, içişleri, dışişleri, emniyet, istihbarat… hepsi kontrollerinde idi. Ama artık mızrak çuvala sığmıyor, tabanı rahatlatmak, barajın kapaklarını biraz gevşetmek gerekiyordu. Çeşitli operasyonlarla bunlar üst akıl tarafından birer birer bertaraf edildiler. Zira halkın bunlara hiçbir sempatisi kalmamıştı.Kızgınlık o kadar tavan yapmıştı ki; ABD tarafından tasfiye edildiğini bile bile destek vermişti geniş halk kitleleri... Hatta o dönemde eski bir siyasinin ‘ordudan Amerikan karşıtları tasfiye ediliyor’ şeklindeki açıklaması çok da tepki almıştı. Zira Amerikan karşıtları da taraftarları da kendilerini temsil etmiyordu.

Netice o ki; zamana yayılı olarak bu tasfiyeler toplumsal destekle de tamamlandı. Artık vesayetçilerin elinde darbe yaptıracakları ne bir ordu, ne yüksek yargı, ne MİT ne de emniyet kalmıştı. Üstelik de yargılanıp hapse tıkılmış, hepsi madara edilmişti. Daha açıkçası ülke ‘kendi ordusunun işgalinden kurtarılmıştı!...’ Daha doğrusu biz öyle zannediyormuşuz. Bir kötü gitmiş ama diğer kötü gelmiş meğer… Biz bütün bunları 15 Temmuz akşamı öğrendik…

Orduda vesayetçiler tasfiye edilirken yerleri boş kalmıyordu elbette… İslam dünyasını bir taraftan ılımlı, bir taraftan da radikal İslam’la şekillendiriyordu üst akıl... Aslında orduda yer tutanlar Amerika’nın İslam dünyası için geliştirdiği ve ülkesinden idare ettiği ‘ılımlı islam’ adı altındaki ‘yeni bir din’den başka bir şey değildi. Bu da geniş kitlelerce 15 Temmuz’da ya da biraz geriye gitsek bile 17-27 Aralık operasyonları sonrası öğrenilmişti.

Şimdi yeni bir umudun içerisine girdik. Artık o kötüler de tasfiye ediliyor. Elbette emperyal güçlerin oyunu bitmez ama, her savaşı da kötüler kazanır diye bir kural yoktur. Nitekim 15 Temmuz gecesi harekete geçen ve kırk yıldır gizledikleri silahlarıyla bir anda halkın karşısına çıkan ‘kötüler’ kaybetti. Eğer, başkaları adına hareket eden kendi ordumuzun yeniden işgaline uğramak istemiyorsak, ki artık bu ihtimal ortadan kalkmıştır, sürekli teyakkuz durumunu muhafaza etmemiz gerekmektedir.