Cennet'in Bahçesi ve İlibadalar

Abone Ol

Haziran ayının sonları, tam da bu günler…  Okullar tatil olmuş, bütünlemeye kalan öğrencilerin sınavları devam ediyordu. Mevsim baharı bitirmiş yaza merhaba dese de yağmurlar, soğuklar zaten yayla havasında olan kasabayı bir anda kışa çeviriyordu. Bahar da yaz da nazlanarak geliyor. Yağmurun yağmadığı rüzgârın esmediği günler; berrak güneşli bir hava, etrafı coşturuyor, bahçeler yeşilin en iddialı renkleri ile durmadan insanları yanına çağırıyordu. Her gün erkenden çalışmaya bahçelerine giden kasabalılar, toprağın haki rengini sihirli bir el dokunuşuyla berekete çevirmek için uğraşıyorlardı.  

Böyle güzel günleri gördükçe insanın içi içine sığmıyor, kendini doğanın kucağına atıveresi geliyordu. Bu kasabaya taşındığımdan beri duvarlarımız aynı olan komşularımın iki de bir ‘’Yaz gelsin de bizim bahçeye gidelim. ‘’ diyerek davet edişleri misafirperverliklerini göstermenin yanı sıra bahçelerinin emek harcayarak ektikleri sebzelerin güzelliğini gözler önüne sermek, kasabalarını tanıtmaktı. En çokta komşu kızı Cennet istiyordu.  

Cennet’i ilk gördüğümde evime taşınıyordum. Çamardı Belediyesinin tahsis ettiği damperli kamyonun arkasına attığımız birkaç parça eşyalarımla beraber Çamardı İmam Hatip Lisesi öğrencilerimden 6-7 kişi yardım etmek için geldikleri Bademdere ’ye taşınıyordum. Garip bir duygu yükü ile Çamardı’na gelirken ağladığım gibi giderken de ağlıyordum. Çamardılı komşularımla ve öğrencilerimle buruk bir vedalaşmanın ardından kısa sürede ne kadar çabuk alıştığımı anladım Çamardı’na. Bademdere Ortaokulunda öğretmen ihtiyacı nedeniyle gönüllü gidiyordum. İlk görev yerimden ayrılmanın bu kadar dokunacağını tahmin etmemiştim.

Yeni evime eşyalarımı taşırken, iki adım atmadan biri gelip elimden eşyayı alıyor, öğrencilerimden başka henüz tanışmadığım kişiler de eşya taşımak için yardım ediyorlardı.  Taşımaya yardım edenler arasında sonradan öğrendiğim Bademdere Belediye Başkanının olması beni çok şaşırtmıştı. Sevimli babacan başkanın eline eşyaları tutuşturduğumu düşündükçe utanmıştım.

İşte böyle taşınma telaşlı bir kalabalığın içinde bahçelerinin duvarından başını gördüğüm 9-10 yaşlarında küçük bir kız çocuğu taşınan eşyalara bakıyor, yeri rahat olmadığından iki de bir başı kayboluyor, sonra tekrar ortaya çıkıyordu. Bir an göz göze geldik, üzüm gibi kara gözlerini merakla iyice açmış, iki örgülü saçları görünen örtüsünün uçlarını oynuyordu. Gülümsedim el salladım. Utandı, sonra başı kayboldu.

Evime yerleştikten sonra yandaki komşularım ziyarete geldiler. Cennet’te annesi ile geldi ve hiç konuşmadan beni inceledi. Daha sonraki günlerde de Cennet tek başına beni ziyarete geliyor, yine bir kelime konuşmadan oturup oturup gidiyordu. Daha adını bile bilmiyordum. Her geldiğinde ‘’Hoş geldin ‘’ diyor sarılıp üç kere yanaklarımızı birbirine değdirip, çiçek örtülü divanımın başköşesine oturtuyor, misafir edip, ikramlarda bulunuyordum. Çekingen tavırları, çiçekli şalvarı, boncuk oyalı örtüsü ile evimin dekorunu tamamlıyordu adeta. Konuşturmak için sorular soruyorum hiç duymuyor gibi başını önüne eğiyordu. Bir gün elinde iş torbası ile oturmaya geldi. Torbasından işini çıkarttı, boncuk dizili naylon bobinin ucunda örülmüş modeli görünce çok beğendim. İnce uçlu tığısı, becerikli hareketle parmağına doladığı ipi çekip çıkarıyordu. Birden ilgimi çekti ördüğü yazma kenarı. ‘’Bu modeli bana da göstersene, çok beğendim’’ dedim. Birkaç gün içinde boncuk, tığı ve naylon ipim Niğde’den sipariş ettim hazırdı. Artık Cennet konuşuyor,  bana örnek gösteriyordu. Daha önce ördüğü kenarlarını oyaladığı modelleri getirip gururla beğenime sunuyordu. Çeyizine hazırladığı camekânı büyük mutluluk içinde tarif etmeye çalışıyordu. Neyse bir gün gösterdi camekânını. Dekoratif ahşaptan özel yapılmış, kenarları oymalı önü ve iki yanı cam olan 40x20x20 cm boyutunda küçük şipşirin bir kutucuk. Üsten kapaklı camekânının içine özenle yerleştirilmiş boncuk oyalı yazmalar bütün güzelliği ile rengârenk bana gülümsüyordu. Kasaba ve çevresindeki köylerde her gelin kızın çeyizinde bunlardan birkaç tane varmış. Bende zaman içinde bir tane camekân edindim. Boncuk, iğne ve mekik oyalı yazmaları dizdim, hâlâ duruyor.

Cennet’le dostluğumuz hızla ilerliyor. Onu gören diğer kızlar da misafirim olmaya başladı. İlkin Cennet gibi hiç konuşmadan saygılı bir şekilde oturup oturup gidiyorlar, durmadan ben konuşuyordum misafirlerimi eylemek için. Bir keresinde diğer yan duvar komşum elinde makas, tarak yetişkin kızı ile çıkageldi. Kızının saçlarını benim saçlarım gibi kesmemi istiyordu. Genç kız, başörtüsünü çıkarınca gözlerime inanamadım. Beline kadar uzamış simsiyah gür saçları öyle güzeldi ki kesmeye kıyamadım. Zaten ben saç kesmekten ne anlarım. ‘’Ben bu saçları kesemem’’  dedimse de bir türlü ikna edemedim. Beni, elinden her iş gelen eski Köy enstitüsü öğretmenleri ile karıştırdı sanırım. Bütün karşı koymama rağmen ‘’Kızım çok istiyor, uzun saçın bakımı zor’’  diyerek razı ettiler ve kestim o güzelim saçlarını. Daha sonraki günlerde gelin saçını yaptırdılar bana. O güzelim saçları maşayla yakarak zorda olsa duvağını takmıştım. Kasaba halkı için öğretmen olmak her şeyi yapabilmekti. ‘’Ben yapamam’’ diye bir engel tanımıyorlardı.

Komşularla güzel anlaşıyoruz. Havaların düzelmesiyle beni bahçelerine davet ediyorlar bu davetlerini her gördüklerinde tekrarlıyorlardı. Özellikle Cennet; ‘’Bir gün sizi bahçeye götüreceğim’’ diyor başka bir şey demiyor. O günlerde annem geldi beni ziyarete. Kasabanın en güzel zamanı. Cennet’in annesi de ısrarlarını sürdürdü. Tatlı, şen, devamlı gülen bir kadın Cennet’in annesi.  Annemle sohbeti ilerletti. Başından geçen olayları komik bir şekilde canlandırarak öyle güzel güzel anlatıyordu ki; sele kapıldığını neredeyse boğulacağını gözlerimizin önüne seriyor, dehşete kapılacağımız yerde kahkahalarla gülüyorduk.

İlla bahçelerine götürecekler. O gün kapıda birkaç eşekle bizi bekliyorlar. Eşeğe binmenin merakı ve heyecanı ile bahçelerine doğru yola çıktık. Kasaba arkamızda kalırken elma ağaçları ile donanmış bahçeler arasından geçtik. Zaman zaman önümüzü kesen dar su arklarının içine dalan eşeklerimizin bizi düşürmesinden korkarak yola devam ettik. Gördüğümüz bin bir çeşit bitkilerin, çiçeklerin, çalı ağaçların renklerine bakarak, temiz havanın verdiği dinginlikle ilerledik. Yol boyunca rastladığımız kasabalılarla selamlaştık, hâl hatır sorduk. Kendimizi doğanın güzelliğine bırakarak eşeğe binmenin keyfini de çıkartıp neşeli cıvıltılar içinde yürüdük bir müddet. Sonra sessizleştik, gördüğümüz güzellikleri içimize çekiyorduk adeta. Birden annemin sesi duyuldu. ‘’Güzel Allah’ım verdiğin nimetlere bak. Kurban olduğum nasıl da verivermiş?’’ Sesinin coşkusunda gurbette tanıdık bir yakınını görmüş, yıllardır hasret kalmış bir hayret, heyecan, bir özlem var. ‘’ Anneme ne oluyor’’ diye dikkat kesildiğimde dere boyu yeşilin en taze tonuyla boy atmış labadaları(efelek) seviyor, onlara seviniyordu. ‘’İlibadalara bak! Bunların pek güzel dolması olur’ ’diyerek, eşekten hemen inip toplamak istiyor.  Yıllardır oturduğumuz beton yığınını andıran şehirde, artık göremediği labadaları görünce şaşkınlığını gizleyememiş hazine bulmuş gibi mutlu olmuştu. Cennet’in annesi; ‘’ Bizim bahçede de zibil gibi var bunlardan, istemediğin kadar ordan topla.’’ Bahçeye vardığımızda salatalıklar parmak kadar uzamış çiçeği burnunda, fasulyeler büyüme çabasında, mısırlar boylarını uzatmış koçanı yandan selamlıyor etrafını. Kabaklar, nohutlar, ayçiçekleri; elma ve çeşitli meyve ağaçlarının gölgesinde huzurlu, olgunlaşmayı bekliyor. Anneme bakıyorum,  labadaların peşinde özenle seçe seçe topluyor. Doğada kendiliğinden çıkan labadaların yanı sıra kokusuyla cezbeden nanelerden de koparıyor. Bildiği otları da kazmayı ihmal etmiyor. Bir ağacın altında pikniğimizi yaptık, neşeli sohbetle elektriğimizi toprağa verdik, oynadık, güldük, türküler çağırdık, mutlu bir şekilde ayrıldık Cennet’in bahçesinden.

Annemin ilk işi eve gider gitmez labada dolması yapmak oldu. Göce, düğü ile karıştırarak,  soğanlı naneli maydanozlu güzel bir iç hazırladı. Haşlanan labadaları muska şeklinde üçgen üçgen sardı pişirdi. Üzerine sarımsaklı yoğurt ve kırmızıbiberli yağ gezdirerek yemeğe çağırdı komşularımızı. Daha önce yemediklerini söyleyen komşular çok beğendi ilibada dolmasını. Konu yemeklerden açılınca herkes kendi yöresinin tatlarını ortaya döktü. Hamur işlerinden başladılar önce. Yöre halkının hemen her sabah kuzine fırınında yaptığı mayalı, arasına cere peyniri koyduğu börekler, odun ateşinde pişirilen şepe, sıkma ve ekmek yerine ıslatıp yenilen yufkaları anlattılar. Annem durur mu?  O da mahalle fırınlarında pişirdikleri ağzı açık, bükme, börekten girdi, ev ekmeği, haşhaşlı lokul, pideler, katmer, ocak bükmesi, övme, hamursuzdan çıktı. Onlar mantı diyor, annem çimcik hamıraşı, velense; onlar mazak, patates köftesi, kaygana diyor, annem sulu köttü, göce köttüsü, haşgeşli pilav, keşkek diyor. Onlar fasulye kavurması, ovma çorbası, Niğde tava, köfter diyor annem sıra yemeklerini sıralıyor, patlıcan böreği, musakkalar, zürbiye, arabaşı, Afyon kebabı, paçık, düğün çorbası, sakala çarpan, mercimek pilavı, Özbek pilavı, hurma baklavası, kaymaklı ekmek kadayıfı, lokum, sucuk ve yemeklerin sonunda yenen etli kuru bamya…

Çoğu yemekler ortak olsa da isimleri farklı, bunun yanı sıra adını tadını hiç bilmedikleri o kadar çok yemek çeşidi var ki; bazen tariflerini aldılar, bazen yapıp lezzetlerini tattırdılar.  Adı Anadolu olan yurdumuzun farklı yörelerinde yetişmiş iki insanın, yemek kültürlerini ortaya sererken dillerinde ki aksan çeşitliliği gibi yemeklerine de yansıması dikkatimden kaçmıyor. Cennet’in bahçesi ve  ilibadalar var oldukça yaşamın ucundan tutan insanların var olması sürüp gidecek…