HER ŞEY KÖTÜYE GİTTİĞİNDE KENDİNE BİR TATİL ISMARLA      

Abone Ol


Kars’ın büyüleyici, mistik ve hüzünlü havasını;  tarih boyunca işgallere ve savaşlara tanıklık etmesine borçlu olduğunu söyleyebiliriz. Selçuklulardan Karakoyunlulara, Bizanslardan Gürcülere Osmanlılardan Ruslara kadar pek çok devlet işgal etmiş, en uzun işgal edenler ise Ruslar olmuş. Bu uzun yerleşme süresince Ruslar, şehre katedraller ve birçok taş yapı inşa etmişler. Bu çeşitli yapılar kente ayrı bir hava katmış, Doğu’nun Paris’i diye adlandırmıştır. Türkiye’nin en soğuk illeri arasında yer alan Kars’a yıl içerisinde ilk kar buraya düşer, her sabah ilk güneş buraya doğuyor.

 

Kars gezimizin hüzünlü durağı, Kanlı Tabya adı verilen Harp Müzesi ve Sarıkamış şehitliği. Daha önceki yazımda bahsettiğim anıtlar yaşanmış acı olayları gözler önüne seriyor. Harp Müzesine dönüştürülen Kanlı Tabya ’da o zamanlar kalan askerlerin revir, ameliyathane ve mutfak bölümleri gerçeği aratmayacak şekilde düzenlenmiş.  Sarıkamış’ta donarak şehit olan askerlerimizin çarıklarının sergilendiği bölüm ve ışıklarla buzlu cam arkasından görsel Sarıkamış askerlerinin buzlarda yürüyüşü canlandırılıyor. İnsanın yüreği parçalanıyor. Sarıkamış Şehitliğine vardığımızda yağmur yağıyordu. Karlar henüz erimemişti. Şehitlik girişinin iki yanında Mehmetçik anıtı ve yaralı askeri taşıyan başka askerin anıtı var.  Sarıkamış’ta şehit olan askerlerin isimleri ve memleketlerinin yazılı olduğu levhalar var. İki hemşehrimin ismi de yer alıyordu. Buralarda tarihle bir kez daha yüzleşiyorsunuz. Yaşanan olayların acısını derinden hissederek Vatanın ne mücadelelerle korunduğunu, ona iyi sahip çıkılması gerektiğini daha iyi anlıyorsunuz. Mahcup olarak minnettar ve rahmetle dualarla anıyorsunuz.

 

Kars’ta geçireceğimiz günlerin sonuna geldiğimizde buranın meşhur Kars kaşarı, Kars gravyeri peynirlerinden,  tereyağı, petek balı almadan gitmek olmaz. Birbirine paralele uzanan caddelerin üzerinde sıralanan dükkânlardan adım başı peynircilere rastlamak mümkün. Peynirin hemen her çeşidi mevcut.  Peynirciliğin bu kadar gelişmesinde rol oynayan Malakanlar ya da Molokanlardır. Süt ve süt ürünlerinden yararlanan topluluk olduğu için tamamen peynir ve yağ yapımına yönelmiş böylece çeşit çeşit peynirlerin ortaya çıkmasına neden olmuşlar.  ‘’Kars’a kaşar peynirini öğreten sürgün insanlar Molokanlardır. ‘’  deniyor. Kafkasya’nın Anadolu’ya geçiş noktasında bulunan Kars; soğuğu, kaşar ve tereyağı gibi süt ürünleri ve kaz etiyle bilinen kentimiz. Yolu Kars’tan geçmiş ve bu topraklara değer katmış topluluklardan birisi de Molokanlar’dır. Molokan kelimesinin kökeni moloko olup Rus dilinde süt anlamıma geliyor.

 

Alışverişimizi de yaptıktan sonra ertesi gün, son durağımız Erzurum’a doğru servisimizle erkenden yola çıktık. Yolumuzun üstünde Sarıkamış Kayak merkezinde mola verdik. Aslında burası Kars’a bağlı Sarıkamış ilçesi. İlçenin yukarısında mütevazı denilebilecek kayak merkezi var. Teleferikle daha yukarılara çıkılıp kayılabiliyor. Dünyada kaymak için en iyi yer olarak geçen Alpler ’de görülen kristal kar; Türkiye’de bir tek burada yer alıyor. 141 gün kar yerde kalıyormuş. Hava her zaman açık olduğundan hava nedeniyle gidip de kaymama şansı çok düşük, etrafındaki çam ormanları ile harika manzarası var.  Kars’ta görmek istediğimiz kar, Sarıkamış’ta pamuk gibi yumuşacık önümüze seriliyor.

 

Çay ve dinlenme molasını biraz uzun tuttuk. Ortasında kocaman sobası olan geniş çay evinde, çayın dışında sıcak salep, kahve içerek oyalandık.  Teleferikle kayak merkezinin yukarılarına çıkmak isteyenler çıktı.  Kayma şansımız olmadı, zaten kayak takımlarımız da yok. Tekrar yola çıktık. Artık tur ekibimiz iyice kaynaşmış, şarkılarla türkülerle yola devam ediyorduk.

 

Otobüsümüz, dağlık bir bölgeden geçerken yolun kenarında durdu. Rehberimiz yer yer simsiyah kayaları göstererek ‘’obsidyen taşı; isteyen inip toplayabilir. Dikkat edin elinizi kesmesin’’ diyerek uyardı. Cam gibi keskin parlak siyah elmas gibi parlıyordu taşlar. Eşimde dâhil birkaç kişi tırmanarak kocaman parçalar halinde topladılar taşları. Isıtılmış obsidyenle vücudun bazı bölgelerine yapılan masajlarla ağrıya neden olan enerjinin taşa geçtiği söyleniyor. Spa taşı olarak bilinen ve hem stresten arınmak hem de fizik tedavisinin bir parçası olarak kullanılan obsidyen taşı Sarıkamış’ta bol miktarda bulunuyor. Taş diyorum ama çok narin hemen kırılıyor. Dünyada en eski ayna, silah, bıçak, süs eşyası ve takıların yapımında kullanılırmış, en eski şifa taşı olarak ta biliniyor. Siyah ve kahverengi olan volkanik taşlar yanardağın aniden soğumasından meydana geliyor.

 

Taşlarımızı da topladıktan sonra yolumuza devam ettik. Yolumuzun sağında tarihi bir köprü ile karşılaştık. Rehberimiz köprü hakkında bilgi verirken otobüsümüz yavaşladı hepimiz köprüyü doya doya seyredebildik. Bugün kullanılmayan zamanında sultanların geçtiği Çobandede Köprüsü, Aras Nehri üzerinde yer alıyor. Yedi kemer gözlü olarak inşa edilmesine rağmen günümüzde altı kemer gözü kalmış. Bir de hikâyesi var bu Çobandede Köprüsünün. Bugün köprünün bulunduğu yerin hemen yakınlarına bir köprü yapılmaya karar verilir. Zamanın teknik elemanları gelirler, ölçerler, biçerler ve köprünün kurulacağı yere karar verirler. Köprü inşasına başlanabilmesi için köprü ayaklarına yer hazırlamak gerekir. Fakat yapılan bütün çatışmalar boşa gider, bir türlü köprünün ayaklarını tutturamazlar. Bunlar bu işin nasıl olacağım düşünüp taşınırlarken, civardaki sürüsünü otlatan bir çoban yanlarına gelir. İşin aslını öğrendikten sonra sağına, soluna bakınır; biraz düşündükten sonra elindeki değneği Aras Nehri’nin uygun bir yerine saplar. Orada bulunanların hayret eden bakışları arasında aynı yeri eliyle işaret edip sürüsünün başına döner. Çoban gittikten sonra, onun işaret ettiği yeri ve ona uygun olan yerleri köprüye ayak olarak seçerler. Nitekim yaptıkları yeni ayaklar dayanıklı olur ve böylece köprüyü tamamlarlar. Köprünün meydana gelmesinde emeği olduğu için adına Çobandede Köprüsü denilir.

 

Palandöken dağının eteklerinde kurulmuş, tarihi yapıları ile çevrili Erzurum’ a girdik. Palandöken ismi ilgimi çekiyor neden Palandöken? Karlarla kaplı dağın çok dik olması sebebiyle eşeklerin semerleri (palanı) kayıp düştüğü için bu isim verilmiş. Palandöken aynı zamanda kayak organizasyonların yapıldığı yer.

 

Erzurum’a girişte diğer şehirlerden pek farklı görülmüyor.  Şehirlerin tarihi eserleri olmasa neredeyse hepsi birbirine benziyor. Onları ayıran en önemli özellikleri eski şehir merkezleri ve tarihi yaşanmışlıkları. O yüzden otobüsümüz bizi merkeze yakın yerde bırakıyor ve yürüyerek Erzurum Kalesinin olduğu meydana geliyoruz. Birbirine yakın eserlerin ihtişamından büyülenmemek elde değil. İç kalenin sekiz burcu ayakta durmakta. Kalede bulunan saat kulesi, Türk mimarisinin örneklerinden, her taraftan çok rahat görünüyor. Hemen karşısında Çifte Minareli Medrese, heybeti ve görkemi ile büyülüyor. Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykubad’ın kızı Hüdavent Hatun tarafından 1253 yılında yaptırılmış heybetli kapısından içeri girildiğinde geniş açık avlu ve iki katlı. Alt katlarda dervişlerin kaldığı odalar bulunuyor. Çini ve rölyef süslemeleri yarım kalmış. Özellikle çifte minarenin olduğu cephede, taç kapısı formundan çok çeşme nişleri ile yarım daire şeklinde iki payanda var. İki yanından yükselen silindir minareler, tuğla ve mozaik çinilerle süslenmiş.  Taç kapıyı çeviren bölümlerde bitki süslemeleri, ejder, hayat ağacı, kartal motifleri yer alıyor.

 

Zamanında bir usta ile çırağı medreseyi yapmaya başlamışlar; fakat minareler yükseldikçe çırağın yaptığı ustanın yaptığından daha güzel olmaya ve ilgi çekmeye başlamış. Bunu gören ustası çok kıskanmış; ama bir şey söyleyememiş. Sıcak bir günde yine minarelerin üzerinde inşaata devam ederken çırak susamış ve ustasına seslenerek su istemiş. Bunu duyan usta, "Usta idim oldum şegirt (çırak) - Al destiyi suya seğirt" diyerek kendini minareden aşağı atmış. Bunu görüp hatasını anlayan çırak çok pişman olmuş ve ustasının arkasından o da kendini aşağı atmış, işçiler bu vahim olaya çok üzülmüşler ve işi yarım bırakarak gitmişler. Bu nedenle Çifte Minareli Medrese'nin minareleri bu yüzden yarım kaldığı anlatılıyor. 

 

Yakutiye Medresesi, Üç Kümbetler, Lala Paşa Camisi, İbrahim Paşa Camisi gezdiğimiz yerlerde ansızın önümüze çıkarak sanki bize eşlik ediyor, şehrin unutulmaz görüntüleri arasında yerini alıyorlardı. Uçak hareket zamanına daha var. Rahat rahat geziyoruz. Rüstem Paşa Kervansarayına yöneliyoruz. Bir adı da Taş Han. Kanuni’nin damadı ve sadrazamı olan Rüstem Paşa tarafından Mimar Sinan’a yaptırılmış. Dikdörtgen bir avlu içerisinde sıralanmış odalardan oluşan iki katlı yapının içerisinde Oltu taşı esnafının imalat ve satış yeri olarak hizmet görüyor. Oltu taşlarından oluşan hediyeliklerimizden alıyoruz.

 

Erzurum denince akla gelen kadınlarımızdan Nene Hatun... Henüz sadece 20 yaşındayken, 93 harbi esnasında ele geçirilen Aziziye Tabyasının geri alınması için kadın, erkek herkesin hücumuna önderlik eden Nene Hatun’un adının verildiği park var. Millî park o dönemlerde, doğuda bulunan Mecidiye ve Aziziye Tabyalarının olduğu alandır. Erzurum’un 10 kilometrelik, bir mesafesinde yer alıyor.

 

Atatürk Evi Müzesi:  Mustafa Kemal Atatürk’ün kongre için geldiği Erzurum’a 1919’da bu konakta 52 gün boyunca kalmasından dolayı oldukça önem kazanmıştır. Ülkemizin Bölünmez bütünlüğü yönünde karar alınan bu şehrimizin Kongre Binasını daha önce gezmiştik.

 

Doya doya gezdiğimiz Erzurum’da meşhur cağ kebabı lokantalarına adım başı rastlamak mümkün. Erzurum çarşı Pazar diyerek gezerken ‘’Sarı Gelin’’ türküsünü hatırlamadan edemiyorum. Hüzünlü bir aşk hikâyesini anlatıyor.  Bu arada rehberimiz Koronavirüs salgınının yurdumuzda da görülmeye başlandığını turların iptal edildiğini açıkladı. Kaç gündür televizyon, bilgisayar, gazete, ne seyrediyor, ne okuyoruz.  Dünyadan haberimiz yok. Okullar tatil edilmiş, camiler kapatılmış. Herkes kolonya alma peşine düşmüş. Marketlerde, dükkânlarda kolonya kalmadığını dile getirdiler.

 

Erzurum Havaalanına vardığımızda virüsün ciddiyetini daha iyi anladık. Üniversite öğrencileri memleketlerine dönmek için uzun kuyruklar oluştururken, maske takanlar dikkatimizi çekti. Trenle başlayan yolculuğumuz uçakla sona erdiğinde, uzun süredir yollardaymışım gibi bir his doğuyor içime. Dört gece beş gün süren yolculuğumuz beni gerçek yaşamdan alıp dünyayı unutturan başka bir âleme götürüyor. Gezmek kimine göre macera, kimine göre deneyim.  Bana göre; seyahat etmenin en büyük kazancı yeni yerler görmek ve yeni kültürler keşfetmek... Tekdüze yaşadığınız ortamdan biraz olsun uzaklaşarak ruhen dinlendiriyor.  Canlılık, heyecan getirerek öğrendiğimiz yeni bilgiler ile kültürel birikimimizi zenginleştiriyoruz.  Gördüğümüz yerlerde yaşayanların yaşayış tarzını yakından görerek yaşadığımız dünya ile ilgili daha sağlıklı yorum yapma şansını arttırıyor, belki moral buluyoruz... Gezmek dünyanın ne kadar küçük olduğunu düşündürürken, kendi iç dünyanızı büyümesini sağlıyor. Gördüğüm her şehir ayrılırken benimle beraber geliyor. Çantamda eşyalarımdan çok daha fazlasını koyduğum anılarım yer alıyor.

 

 ‘’Her şey kötüye gittiğinde kendine bir tatil ısmarla ‘’ Betty William. Özellikle yaşadığımız, evlerimizde tutsak kaldığımız bu günlerin sonunda, neresi olursa olsun, küçük bir değişiklik mutlaka iyi gelecektir. Görmediğiniz, merak ettiğiniz yerler olsun, imkânlarınız ölçüsünde, gücünüz yettiğince…