İnsan Arıyorum İnsan

Abone Ol

İstiklale giden yolun sonunda Cumhuriyet kazanıldıktan 102 yıl sonra gönül rahatlığı ve özgüvenle ile Anadolu’muzu gezmeyi sürdürüyoruz. Karadeniz kıyı boyunca bir tarafımız orman, bir tarafımız deniz çeşitli köylerin, kasabaların içinden geçiyoruz. Hamsilos Koyu’na geliyor otobüsümüz. Dünyada kendiliğinden meydana gelen tek koy olma özelliğini taşıyor burası. İnceburun uzantısında yer alan bu güzel koyun harika manzarasını anlatamıyorum gidip görmeniz lazım. Güzelliğini şiddetli yağmur altında doyamadan seyretsek de yağmur yüzünden çok uzun süre kalamıyoruz. Sinop’a geçiyoruz.

Türkiye’nin en kuzey ucunda bulunan Sinop bir yarımada... Karadeniz’in doğa harikası olan şehirlerinden biri olarak karşımıza çıkıyor. “En Mutlu Şehir “ anketlerinde birinci sırada yer alan bu şehri merak ediyorum. (İkinci sırada Afyonkarahisar var.) Sinop için mutluluğunun sebebini çok huzurlu, sakin ve güler yüzlü insanlarla dolu bir yer diye açıklama getiriliyor.  Berrak denizi, tertemiz havası, muhteşem ormanları ile adeta mutluluğun anahtarını sunuyor deniyor. Karadeniz’in diğer şehirlerine göre biraz daha geri planda kalsa da sanki bu durum Sinop için bir avantaj oluşturmuş. Doğallığını ve güzelliğini hemen hemen hiç kaybetmemiş.

 Ayrıca 2019 yılına kadar Türkiye’de trafik lambası olmayan tek kent Sinop’muş. Artık değil. 21 yıl boyunca bu şehre bir tek trafik lambası konmamış ve tüm trafik doğal akışında ilerlemiş. Dile kolay…

Sinop gerçekten çok güzel bir şehir, üç tarafı denizle kaplı yemyeşil, sahilinde uzunca yürüyüş yapılan doğal güzelliği ile bizi şaşırtan bir şehir diyebilirim. İnebolu’da peşimizi bırakmayan yağmur burada da yağmak için fırsat kolluyor.

Sinop’un tarihi MÖ.7. yüzyıla kadar uzanıyor. Şehre ilk yerleşenler Kimmerler olarak biliniyor. Daha sonra Pers İmparatorluğu, Pontus Krallığı, Roma İmparatorluğu ve Bizans İmparatorluğu gibi farklı medeniyetler hüküm sürmüş.  En parlak dönemi ise 12. yüzyılda Selçuklu İmparatorluğu’nun bölgeyi ele geçirmesi ile başlamış. Bu dönemde Sinop önemli ticaret merkezi haline gelmiş. 14. yüzyılda ise Osmanlı İmparatorluğunun egemenliği altına girmiş.

Sinop tarihi zenginliğiyle Karadeniz’in incisi olarak adlandırılmış. Doğal güzellikleri ve tarihi dokusuyla her yıl binlerce turisti ağırlıyor. Bizde tur otobüsümüzle şehre yavaş yavaş girdik. Geriden kale olduğu belli olan surların önünde durduk ve yürümeye başladık. Önce MÖ. 412-323 yılları arasında yaşamış antik çağ filozofu olan Diyojen heykeli ile karşılaştık. Diyojen Sinop’ta doğduğu için Sinoplu Diyojen olarak biliniyor. Diyojen’in elinde fener ve yanında köpeği ile bir fıçının üzerinde durur şeklinde görünüyor. 5.5 metre uzunluğu olan bu heykel ilginçlik katıyor Sinop’a

Diyojen dünya nimetlerine önem vermeyen yaşayışıyla gündüz vakti, yarı çıplak elinde fenerle yollara düşen akıllı delilerden.   Gündüz elinde fenerle dolaştığı için nedenini merak edip soranlara, “İnsan arıyorum, İnsan” yanıtını vermesi ile hatırlanır. Heykel, Diyojen’in elinde fenerle insan arayışını simgelemekte. Diyojen’in asırlar öncesi aradığı insan, hâlâ bulunabilmiş değil. Dünyaca mumla arıyoruz insanı…

 Diyojen, insanlara ellerinde olanlarla mutlu olmayı, sahip olmadıkları şeyler için kafa yormamayı salık vermiş,  mutluluğun en basit biçimde yaşanarak bile elde edilebileceğini savunmuş ve yaşamını bir fıçıda geçirmiştir. Kinik düşünceyi benimsediği için kendisine Kinik Diyojen de denilmiştir. Kinik (Köpek)  Diyojen’e göre doğaya en uygun yaşam hayvanların yaşamıdır.

Diyojen, toplumsal kuralların kişisel özgürlükler ve iyi bir yaşam sürmenin önünde engel olduğuna, doğa kurallarına göre yaşamanın insanı daha çok tatmin ettiğine inanan sinizm (kinizm) felsefesinin kurucusu olarak görülüyordu. Bu felsefeye göre insan, fazlalık olan her şeyden kurtulmalıdır. Diyojen’de öyle yapmış. Bir fıçıda hayatını sürdürmüş. Fazlalık olan ne varsa hayatından çıkarmış. Ayakkabılarını atmış, çıplak ayakla karda yürümüş. Bir gün çeşmede kupası ile su içerken yanında elleri ile su içen çocuğu görünce elindeki kupayı fırlatarak “Bu çocuk bana hayatımda fazlalık olduğunu öğretti.” der. Böylece bir fazlalığı daha ortadan kaldırır.

Babasıyla Atina’ya sürgün edilmiş, “Sinoplular seni sürgüne mahkûm etti” dendiğinde “ben de onları oldukları yerde (Sinop) kalmaya mahkûm ettim” cevabını vermiş belki de Diyojen’in bu bedduası tutmuş, yüzyıllar sonra Sinop, zindanları ile anılan sürgün edilenlerin yeri olmuş deniyor.

Diyojen ile anlatılan en ünlü hikâyesi ise Büyük İskender ile arasında geçen konuşmasıdır. Başkalarına göre sefil bir yaşam sürdüren, buna göre dünyanın pek çok yerinde ün yapan bu filozofu ziyaret eden Büyük İskender; başka insanların kendisinden korkuyla kaçmasına rağmen hiç istifini bozmayan Diyojen’e “Sen benim kim olduğumu biliyor musun?” der. Diyojen “ Sen benim kölemin kölesisin, çünkü dünya benim kölemdir, sen de dünyanın kölesisin.” diyerek cevap verir. Bu cevap Büyük İskender’in hoşuna gider kendisinden bir isteğinin olup olmadığını sorar. Ünlü filozof Diyojen o sırada güneşlenmektedir. Büyük İskender’in güneşini kapattığını söyleyerek “Gölge etme başka ihsan istemez” der. Bu sözün içindeki anlam; Diyojen krala, senin bana veremeyeceğin şeyi benden esirgeme diyerek bir çeşit kafa tutmasıdır.

Sinop, dünyaca ünlü hemşehrisi Diyojen’in hatırasını yaşatırken bizde Sinop Kalesine doğru yürüyoruz. Kale alışılmışın dışında yüksek tepelerde değil düzayak yerde. Sinop Kalesi’nin inşa tarihi kesin olarak bilinmese de Milet’ten gelen göçmenler tarafından MÖ. 7.yüzyılda kurulmuş olabileceği düşünülüyor. Kale zamanla birkaç kez onarılmış, genişletilmiş. Selçuklu Hanedanı İsfendiyaroğulları ve Osmanlılar tarafından restore edilerek genişletilmiş.

 Kaleye girmeden daha etrafı parmaklıkla çevrili kalenin bitişiği veya devamı olan yerde levha dikkatimi çekti. “ÇOCUK CEZAEVİ” okuyunca bir tuhaf oldum. 1939 yılında İç Kale’nin kuzey kısmına yapılan 2 katlı ve 9 koğuşlu yeni taş bina Cumhuriyet döneminin ilk Çocuk Hapishanelerinden olarak kullanılmış. Bu yapı cezaevinin zaman içinde kültürel bir dönüşüm yaşamasına öncülük etmiş.

Sinop Kalesi, şehir meydanında bulunuyor ve bir kısmı hâlâ ayakta. Genişliği 3 metreyi bulan sur duvarları kalenin ne kadar etkileyici ve güçlü olduğu izlenimini bırakıyor.

Selçuklu döneminde kalenin bir bölümü tersaneye dönüştürülmüş. Bu tersanede, dönemin en güzel savaş gemileri yapılmış. Osmanlılar ise tersane geleneğini sürdürmüş ve burada başarılı olması planlanan kadırgalar yapmışlar.

Osmanlı döneminde Karadeniz Bölgesi’nin en büyük tersanelerinden biri olan bu tersane, sonraları kapatılmış ve duvarlarla örülmüş. Bu bölüm, 22 metre yüksekliğe sahip 11 burçla desteklenerek hapishane olarak kullanılmaya başlanmış. Günümüzde ise bu hapishane, Tarihi Sinop Cezaevi Müzesi olarak ziyaret edilebiliyor.

Cezaevi iç kalenin içinde eski tersane alanında bulunan yapının etrafı yüksek kale bedenleri ile çevrilmiş. Osmanlının Karadeniz bölgesindeki en büyük tersanesi olarak 1853 Rus baskınına kadar faaliyet göstermiş. Kalenin cezaevine dönüşmesi 1568 yılında Osmanlı İmparatorluğu zamanında olmuş. Yıllar içerisinde ABD’de San Francisco’da kaçışı olmayan ünlü hapishane Alcatraz’a benzetilerek “Anadolu Alcatraz’ı” unvanını almış. Burası 1999 yılında Kültür Bakanlığı’na devredilmiş ve müzeye çevrilmiş.

Kaleye girer girmez mutlu şehrin mutsuzluk müzesi hüzünlendiriyor beni. Daha içeri girmeden zindan kapısı ile karşılaşıyoruz. Telefonumuzun el fenerini açarak karanlık hücreyi görmeye çalışıyoruz. Bir kişinin ancak kalabileceği büyüklükte kapkaranlık bir köşede tuvalet taşı ki denize yakın olduğu için zaman zaman lağım suları taşıyor zindanı basıyor mahkûmun yarı beline kadar çıktığını söylediler. Böyle bir kaç tane zindanı gördük.  Sinop Cezaevi büyük bir tarihi öneme sahip yapı aynı zamanda Tatar Ramazan, Firar, Parmaklıklar Ardında ve Pardon gibi önemli dizi ve filmlere çekiminde mekân olarak kullanılmış.

Müzesi mi ünlü, hapis yatanlar mı ünlü?  İkilem içindeyim. Sinop Cezaevi’ni asıl ünlü kılan mahkûmları deniyor. Osmanlı Döneminde ünlü sürgün yeri olan bölgede birçok siyasi mahkûm kalmış. Kırım Hanı Devlet Giray, Yazar Refik Halit Karay, Mustafa Suphi, Burhan Felek, Kerim Korcan, Sabahattin Ali bunlardan bazıları.

Bunların arasında Sabahattin Ali en ünlüsü diyebilirim. Öğretmen, şair yazar Sabahaddin Ali’yi sahiplenen şehir, adına Kültür Merkezi açmış bir de heykelini yapmış. Hapishanede geçen zaman içinde “Aldırma Gönül”, “Dışarıda Mevsim Baharmış” “Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmaz” adlarıyla bilinen “Hapishane Şarkısı” adlı şiirleri ile “Duvar” adlı öyküsü, Refik Halid Karay’ın “Memleket Hikâyeleri” kitabında yer alan “Şaka” isimli öyküsü Sinop’ta geçmekte.

“Duvarların dili olsa da konuşsa” diyerek yürüyorum kalenin içinde. Evliya Çelebi, burası için; “Büyük ve korkunç bir kaledir. 300 demir kapısı, dev gibi gardiyanları, kolları demir parmaklara bağlı, her birinin bıyığından on adam asılır. Nice azılı mahkûmları vardır burçlarda gardiyanlar ejderha gibi dolaşır. Tanrı korusun, oradan mahkûm kaçırtmak değil kuş bile uçurtmazlar. “ demiş. Yine de üç firar girişiminde biri ölmüş, biri yakalanmış, diğeri kaçabilmiş.

Sinop Cezaevi’nin mahkûmları en çok zorlayan yanlarından biri de yapıyla deniz arasında bir duvar kalınlığı kadar mesafe olmasıdır. Burada kalan ve mahpusluğun bir türlü bitmeyen zamanına katlanmak zorunda olanlar hemen yanı başlarındaki uçsuz bucaksız haşin Karadeniz’i hiç durmadan hatırlatan dalga seslerini dilemek zorundadırlar. Çin işkencesi gibi... Özellikle cezaevinin güney duvarına yakın bir kısımda kalmak zorunda olanlar, zemini deniz seviyesinde olan bu alanlarda aşırı rutubete maruz kalarak bir gün cezaevinden çıksalar bile asla eski sağlıklarına kavuşamayacaklarını bilirlermiş.

Kale’nin güneyine doğru gidiyoruz. İnsanın içini bunaltan kasvetli havası, yüzyılların yorgunluğunu taşıyan kalenin restorasyonla aslı bozulmuş, demir merdivenli duvarından açılan kapısından dışarı çıkıyoruz.  İşte denize bakan kalenin dış duvarları…  “Dışarıda eli dalgalar,  /Gelir duvarları yalar/ Seni bu sesler oyalar/Aldırma gönül aldırma” Sabahattin Ali’nin bestelenmiş bu şiiri neredeyse duyanlarda anonim bir halk şarkısı etkisi yaratacak kadar ünlü parçasını akla getirmemek mümkün değil. Benim gönlüm aldırıyor, geçmiş zamanda yaşananlar insanın içini acıtıyor. Yaptığımız bu cezaevi gezisi Hüzün Turizm adını alıyormuş. Gerçekten de hüzünleniyor insan. Mutluluğun birinci sırada yer alan şehirde hüzünlenmek bir garip geliyor bana.

Bulunduğumuz hüzünlü atmosferden çıkıp, sahil boyunca sıralanmış kahvehaneler, restoranlar, hediyelik eşya satan dükkânlara yöneliyoruz. . Hediyelik eşyaları genellikle el işçiliği ile yapılmış minyatür gemiler, rengârenk ve çeşitli boylarda. Toruna yelkenli maket alıyoruz adını yazdırarak. 

Bizi birazda hava karamsarlığa itiyor. Karadeniz gezisinin birinde yine yağmurla gezerken yerli halktan biri ; “Bizim buralarda haftada iki gün yağmur yağar. Birincisi pazartesiden çarşambaya, ikincisi ise, çarşambadan pazartesiye” olayı anlayınca güldük tabii. Cem Yılmaz’ın dediği gibi “Ben Temel ve Dursun adlarını fıkralarda oluyor sanıyordum. Karadeniz’de herkes Temel’miş, Dursun’muş. Hepsi fıkra gibiler.”

Neredeyse haftanın yedi günü yağmurlu olan Karadeniz’in iklimi yüzünden sonunda patladı hava, yağmur yağmaya başladı. Kendimizi yemek yemek için bir restorana zor attık. Burasının meşhur yemekleri cevizli ve yoğurtlu mantı ve nokul bizim haşhaşlı lokuldan farklı olarak üzüm, ceviz ile yapılan tatlı çörek. Sinopluların bayramlarında mutlaka yenilmesi gereken bu çöreği dayanıklı olduğu için denizciler tercih ediyormuş.

Yağmur biraz hafifleyince otobüsümüze yöneldik. Yine Kale’nin içinden geçerek kentin girişine geldik. Otobüsümüze binerek şelalelerinin bulunduğu yöne doğru hareket ettik. Yolların virajlı olmasından dolayı yavaş giden otobüsümüzde çevremize bakmaktan hiç sıkılmadık. Yeşile doyarak gidiyoruz. Yağmurda bizimle geliyor tabi. Şelale doğal güzelliği ile şırıl şırıl akarken bunların birbirine bağlı 28 farklı şelaleden olduğunu anlatıyor rehberimiz. Doğanın bize armağan ettiği sayısız güzelliklerden birisi de burası. Metrelerce yükseklikten dökülen suların sesini dinlemek, manzarasını seyretmek öyle keyifli ki, insanın bir anda tüm stresini hüznünü alabiliyor.

Yakınında bulunan yarı kapalı çay bahçesinde çayımızı içerken bütün güzellikleri de yudumluyorduk, yağmura rağmen. Kısa süren gezimizin sonuna geldiğimizde sanki günlerce buralarda gezmişiz, dolaşmışız izlemi ile dolu dolu yaşadık iki günü. Artık Ankara’ya dönüyoruz. Yol boyunca anılarımızda kalacak bu güzel yerleri düşünürken Atatürk’ün Sinop ile ilgili hislerini hatırlamadan edemeyeceğim. “Ne olurdu Sinop’un yarı güzelliği Ankara’da olsa idi.”