Modernitenin, ne yazık ki, insanın iliklerine kadar işlediği bir dönemde yaşıyoruz. Bu bakış açısıyla medeniyet kodlarının teşhisi mümkün değildir. Oysa medeniyet bir toplumun varlık nedenidir ve kıymetli olan tarafı ‘küresel-evrensel’ olanından ayrılan yanıdır. Modernite günümüz insanının ruhuna öylesine işlemiştir ki; artık kahir ekseriyetin kendi medeniyetinin kodlarını çözme konusunda bir derdi de yoktur. Batı medeniyetinin göreceli-görsel üstünlüğü İslam medeniyeti üzerine çalışma yapanlar, ki bunların önemli bir kısmı Batılı (oryantalist-müsteşrik) ya da onların yerli versiyonudur, ‘medeniyet’i kendi ölçülerini esas alarak değerlendirmektedir. Merkeze ‘Batı’ konunca da, ona uymayan yan ‘sapma’ olarak görülmektedir doğal olarak... Doğal olmayan ise böyle bir bilginin itibar görmesidir.
Bir başka temel yanlışlık politize olmuşlukla ilgilidir. Her şeyin cevabı orada imiş gibi bakılır. Oysa politikada aranan, ‘hakikat’ değildir. Politika hakikate talip de değildir haddi zatında… Ayrıca da kısa vadeli çözümler sunar. Medeniyet ise kökleri tarihin derinliklerinde olan bir müessesedir. Bakış açısı farklı iki politikacıyı aynı hususta bir araya getirmeniz neredeyse imkânsızdır mesela... Zira politika uzlaşmadan ziyade çatışmaya meyillidir. Politik düşünen insanların bakış açıları dar, alıcıları kapalı, vizyonları sığdır. İşte bu yüzden ‘Müslüman’ kimliği baskın bile olsa, bakış açısı politik olanlar ‘ümmet’ konusunda dahi birbirlerine ateş püskürüyor adeta... Ama sözgelimi bir medeniyet perspektifi olan ‘şiir’ Necip Fazıl’la Nazım Hikmet’i bir araya getirebiliyor. Bir benzetme yapmak gerekirse politika pop gibidir; saman alevi gibi yükselir ve söner. Ama söz gelimi Dede Efendinin bestesi öyle midir...
Düşünce merkezi beyin midir yoksa kalp midir... Batılı beyinle düşünmeyi öne çıkarır. Değer verilen şey de IQ’dur. Yani zekâ seviyesi… Beş duyunun ötesine geçilemez bir başka deyişle... Bu bakış açısı söz gelimi nükleer silahı faydalı bulur. Zahiri-zevahiri, günü kurtardığı da doğrudur. Önemsiz değildir elbette… Ama bu haliyle eksik ve sınırlıdır. Oysa ‘akletmek için kalp gerekir’ (tırnak içi alıntıdır).
Akıl soyut ve spiritual (ruha ilişkin) olanı merkeze alır. İnsan da öyle değil midir… İnsanı diğer canlılardan ayıran ‘metafizik’ yanıdır. Zira ‘fizik-beden’ ve bedene ilişkin ihtiyaç bütün canlılarda varken, insanı değerli kılan ‘akıl’ sadece insana dairdir. Batı medeniyeti ile İslam medeniyeti bu kısmıyla ayrışır. Bedeni güçlü olan ve aklıyla değil hisleriyle (iç güdü) hareket eden hayvan, bu bakımdan insanı alt edebilir elbette… Ama bu ona değer katmaz.
Kur’an zaten beyinle düşünmekten bahsetmez. Bildiğim kadarıyla da beyin kelimesi hiç geçmiyor Kur’an’da… Ama akıl ve akletme pek çok kez geçiyor ve Kur’an’da düşünme beyinle değil kalple ilişkilendiriliyor. Geçmiş insanlar ‘kalbimden geçirdim’ derdi hatırlarsanız. Bunu çözemeyen Selefi ise DAEŞ’i doğurmuştur. DAEŞ’ten medeniyet çıkar mı hiç… Ama Yunus Emre, Mevlana, İbni Arabi, İmam Rabbani öyle midir. Bu insanların düşünmedikleri ileri sürülebilir mi... İşte İslam toplumunun son 300 yıldır düştüğü ve son yüz yıldır çıkamadığı çukur burasıdır.
Hikmetle-irfanla taçlanmayan İslam zombileşiyor maalesef… Bugün İran’da da, Suud’da da muhtemelen Afganistan’da da olan bu… “Şeriat, tarikat yoldur varana / hakikat, marifet andan içeru” (demiş Yunus)… Bugün Müslümanlar bunun üçünden mahrum. Ellerinde hakikat, marifet, tarikat yok. Yalnız şeriat var. Şeriatı da ceza hukukuna indirgedik. Birisi yanlış yapsa da kafasını kessek kadara kadar düştü” (alıntı)
Hakikat gözle değil kalple görülebilir. Tabi önce hakikatin ne olduğunu bilmek ve ona talip olmak gerekir. Bakın Kur’an ne diyor bu hususta: ‘Hiç yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki bu sayede düşünen-akleden kalpleri yahut (olanları) duyacak kulakları olsun. Gerçek şu ki gözler kör olmaz, fakat (asıl) göğüslerde olan kalpler/basîretler kör olur.’
Görme gözle, işitme kulakla, okuma kitapla, bilgi pozitif bilimle, insan bedenle-fizikle yani beş duyu ile sınırlandırılırsa, kısır döngüden-girdaptan da kurtulmak mümkün olmaz. Oysa hayatı-insanı anlayabilmek beş duyuyu aşmayı gerektirir. Beş duyu 'fizik' olanın ötesi ile ilgilenmez zira... Kendisini beş duyu ile sınırlandıran da fizik ötesini göremez. Bu yüzden de yok sayar.
Ama fizik yanında metafizikle, beden yanında ruhla da ilgilenen İslam; yaşamın hakikatini görebilmek için pozitif bilim yanında irfan, hikmet, keşf, ilm-i ledün, rüsuh ilmi, ma’rifet, hakikat, feraset, kalple düşünme, beyinle görme, hadiseleri okuma gibi beş duyuyu aşan bilgiye de değer verdiğinden insanın kendisini daha doğru anlaması mümkün olur ve de 'had'dini bilir. Zira pozitif bilgi insanı sanal bir yere konumlandırırken; metafizik bilgi ya da marifetullah 'had' konusunda insanın ne kadar da aciz, hatta bir hiç olduğunu idrak etmesine vesile olur. Bunu ruhunun derinliklerinde hissettiğinde de sahip olduğunu vehmettiklerinin ne kadar da boş, hakikatin bambaşka bir şey olduğunu görmesi mümkün olacaktır. Ahiret de bir metafordur ya birçoğu nezdine… Oysa bir gün önüne geldiğinde bir rüya olduğunu idrak edecek; bütün yaşadıklarının…
Bir başka açıdan da bakarsak ilim-zahir bazen muhatabını cehenneme bile taşır. Yalın haliyle kibir verir çünkü… İlmin kibir, irfanın da vakarla ilgili olduğunu, ilmin varlık, irfanı yokluk merkezli olduğunu da not edelim.