MAZOŞİZME VARAN MÜSAMAHASIZLIK / MUSTAFA ÇAĞRICI
Bazı yorumculara: Önce şu yazıyı lütfen sonuna kadar okuyalım ve yazacaksak ondan sonra yazalım.
Kimi insanlar din, siyaset, felsefe gibi alanların problemlerine farklı bakar; üstelik bilgi ve düşüncelerini alışılmışın dışında, hatta bazen rahatsız edici bir üslupla ifade ederler. Bergson’un Ahlak ile Dinin İki Kaynağı başlıklı ünlü eserinde dediği gibi büyük düşünürlerin, dönüştürücü şahsiyetlerin çoğu böyledir. Maddî ve entelektüel alanlarda en gelişmiş toplumlar, böyle insanlara en çok tahammül gösterenlerdir. Müsamahasız toplumlarda ise bu tür yetenekler ya sindirilir ya da zıvanadan çıkarılır. Mesela İslâm toplumlarında bu yapıdaki insanlardan bazılarının, ‘gelenekçi’ görünen öncülerle onların kışkırttığı kitlelerin ağır hücumları yüzünden gittikçe nasıl savrulduklarını yakın geçmişte gördük. Bugün düşünüyorum da acaba muhafazakâr kesimler kendilerininkinden farklı görüş ve yorum sahiplerine, “haddini bildirmek” yerine tatlılıkla yaklaşsalardı, -bugünlerde de yaptıkları gibi- isim vererek hedef göstermeselerdi onlara da topluma da hatta kendilerine de iyilik etmiş olmazlar mıydı? Ama son zamanlardaki gelişmeler, bu tahammülsüzlüklerin halen devam ettiğini göstermektedir.
***
Rahmetli Turgut Özal şu üç özgürlüğün önemini hep vurgulardı: Düşünce ve ifade özgürlüğü, inanç özgürlüğü, teşebbüs özgürlüğü. Çünkü özgürlükler bireyleri daha kişilikli, huzurlu, verimli ve üretken yapar; bundan da bütün toplum kazanır. Zamanımızda birçok Müslüman toplum üzerinde hegemonya kuran gelişmiş ülkelere bir bakalım, bunu nasıl başardılar diye… Allah aşkına söyler misiniz? Bizim aklımız fikrimiz yok mu? Farklı düşünüyor, farklı konuşuyor diye neden birbirimizin dünyasını karartıyoruz? Bırakalım insanımız serbestçe düşünsün, inansın, konuşsun, yazsın. Kur’an ta o zaman onlarca ayette “düşünesiniz diye”, “akledesiniz diye…” buyuruyordu. Ağzını açanın üstüne yürürsek insanlar nasıl akledecekler? Aklettiklerini nasıl söyleyecekler? Bu apaçık gerçeği Müslüman toplumlardan başka görmeyen kaldı mı? Bu tutumumuz, Kur’an’ın defalarca tekrarladığı gibi, “kendi kendimize zulmetmek”ten başka nedir? Dün evliya gibi duranların, bugünkü fırsatların arkasına saklanarak kardeşlerine ayar vermekten, hakaretler yağdırmaktan zevk almaları Müslüman ahlakının neresinde var?
***
Karşılarında 17. yüzyıl Osmanlı Kadızâdeliler fanatizminin hortlamış şeklini gören, enselerinde DAİŞ tarzı kılıçların soğukluğunu duyan insanlar kendilerini nasıl özgür hissedecekler? Böyle bir toplumda özgürlükleri sorumlu kullanma kültürü nasıl gelişecek? Böyle bir yapıda provoke olmuş kitleler, giderek kendilerini provoke eden öncülerinin eteklerinden tutup aşağıya çeker, onları sıradanlaştırır, hiçleştirirler. Sonuçta bütün bir toplum kaybeder; olan da budur zaten.
Zamanımızda yetenekleri öğüten çakılı düşünce İslam toplumlarını sorunların içine hapsetmiştir. Eğitim, din, siyaset, ekonomi, hukuk, güvenlik başta olmak üzere temel meselelerde İslam toplumları yeni düşünce, bilgi ve değer üretemiyorlar. Çünkü -hep söylediğim gibi- “Yeni dünyayı eski akılla yönetmek mümkün olmuyor.” O halde başka türlü düşünmek gerekiyor. Ama alışılmışın dışında düşünmenin de önünü kesiyoruz. O zaman bu sorunları nasıl çözeceğiz?
Bu müsamahasızlık İslâm dünyasını kilitlemiştir. Kabul etmeliyiz ki, onları bu noktaya getiren sebepler arasında, “son yüzyıllarda hayatın hızla değiştiğini, insan ihtiyaçlarının, geçmişle kıyaslanamayacak derecede arttığını ve çeşitlendiğini dikkate almadan geçmişte donup kalma” anlamında gelenekçiliğin büyük bir payı vardır. İlginçtir ki, ülkemizde bu sorunu aşmak için çırpınanlara karşı gürültü koparanların en büyük ve en etkili kısmı, “cemaatler” denilen “tasavvufî” gruplardır. Pekiyi bu müsamahasızlık ve katılık, geleneğimizdeki tasavvufun neresinde var? Aslında tasavvuf, siyaset ve mezhep kavgalarının ortasında bir barış rüzgârı olarak doğmamış mıydı?