NE ZAMANDIR ÇAĞIRIYORDU…

Abone Ol
’Gel! Gel!’’ diye Konya…  Çocukluğumun, gençliğimin geçtiği bu güzel şehri her zaman özlerim. Dört beş yılda bir gitme fırsatını bulurum. Her gittiğimde de tanıyamayacak kadar büyümüş olduğunu görür şaşarım. Merkezde bulunan pek değişmeyen tarihi yerleri görünce Konya’da olduğumu ancak o zaman anlarım.



            Bu kez bir turla başladı Konya gezim. Havaların güzel gitmesini de fırsat bilerek, Hazan mevsiminin ikiyüzlülüğüne aldanarak çıktık yola. Bir gün öncesinde adeta yazdan bir gün olan hava, bulutlandı, karardı, surat astı. Kime kızdı, niye bozuldu anlamadık. Anlasak ne yapacaktık, önceden kararlaştırılan bu günde yola düşmüştük bile.



            Yol boyunca Konya hatıralarım canlandı. Mahallemiz, sokağımız, en son oturduğumuz ev, arkadaşlarım, okullarım… Okulumla evimizin arası uzak sayılabilecek mesafedeydi. Kimi zaman sabahçı, kimi zaman öğlenci olurduk. Dolmuş, otobüs çok nadir kullandığım araçlardı. Ben gibi komşularımızın çocukları da yürüyerek gider gelirdik.



            İstasyon caddesinden, Atatürk Kız Lisesine giderken, birden karşıma çıkıveren Alâeddin Tepesi, beni masalsı hayallere götürür, yukarı doğru yükselen merdivenlerden saraya çıkar, bazen Alâeddin Keykubat olurum, bazen prenseslerden biri…  Kim bilir hangi sultanlar dolaşırdı bu güzel yemyeşil tepede? İzlediğim tarihi filmlerden etkilenmiş olsa gerek, sarayların ihtişamını, atların, tahtların, savaşların sahnesi olarak;  neler gördü, neler yaşadı diye düşünerek okul yoluna devam ederdim.



            Konya dümdüz bir ova… Bundan yüzlerce sene önce Alâeddin Tepesi diye bir tepe yokmuş, orası düzlükmüş. Bir gün o devrin padişahı "Dulavrat bile olsa herkes bir avuç toprak getirip buraya atacak, benim halkımın ne kadar çok olduğunu böylece cümle âlem görecek" demiş. Herkes cebinde, koynunda bir avuç toprak getirip atmış. Şimdi ki Alâeddin tepesi böyle yığılmış. Asıl maksat halkın çokluğunu ve neler yapmaya muktedir olduğunu göstermekmiş.



            Höyüğün üzerinde, günümüze kadar ulaşmış en önemli eserlerden biri olan Alaeddin Camii inşaatı, Selçuklu Sultanı 1. Mesud döneminde başlanmasına rağmen Selçuklu Sultanı 1. Alaeddin Keykubad döneminde tamamlanmıştır. Mihrabından minberine, çinilerinden minaresine kadar Türk sanatının en değerli eserlerinden biridir. Ayrıca Tarihçilere göre  Alaeddin Tepesi, 2. Kılıçaslan, 1. Alâeddin Keykubat gibi önemli Selçuklu hükümdarlarından bazılarının ebedi istirahatgahıdır.







            Alâeddin Tepesi üzerinde;  sarayı ve Alâeddin Camii bulunur. Saray ben bildim bileli tamirattadır. İçini gezip görmek kısmet olmadı. Dediklerine göre Alâeddin Tepesi höyük olarak yığma bir tepe olduğundan her yıl 2 cm kaymaktaymış. Bir iddia da, Alaeddin Tepesi’nden başlayıp Mevlana Türbesi’ne kadar uzanan bir gizli tünel olduğudur.  yıllardır halk tarafından konuşuluyor. Uzmanlar böyle bir tünelin olmadığını belirtse de vatandaşlar, bu gizli tüneli, şehir efsaneleriyle güncel tutmaya devam ediyor.



              Alâeddin tepesi sadece cami ve saraydan ibaret değildi tabi. Hafta sonları ailemizle gidip gezebileceğimiz, piknik yapılabilen yerleri de vardır. Çay bahçeleri, Şehitler anıtı yer almaktadır. Böyle gezilerimizde mutlaka Alaeddin Tepesindeki sarayın, dış duvarlarını oluşturan köşelerdeki yüksek meyilli sütunlara küçük taşlardan atardık. Üçtaşı durdurabilirsek dileğimiz kabul olurmuş diye inancımız vardı. Kimden duyduysak. Tabi hiç durduramazdık.

 

            Birçok medeniyetin beşiği olan Konya, Selçuklu Dönemi’nde kültürel ve siyasi bir merkez haline gelmiştir. 12. ve 13. yy ’da Selçuklu Türklerinin başkenti olan Konya, Selçukluların Asya’dan getirdiği sanatsal öğelerin ve taş işçiliğinin en görkemli eserlerini barındırır.



             Selçuklu mimarisinin en belirgin özelliklerini barındıran caminin çevresinde birinci surlar bulunmaktaydı. Surun içerisinde de devlete ait mekânlar, saray ve devletin çeşitli kurumları mevcuttu. Öte yandan İnce Minare, Karatay ve Sırçalı medrese ile Şerafettin, İplikçi ve Kapı camilerinin bulunduğu alan da birinci sur ile ikinci surun arasında yer alan eserlerimizdir. Hatta Kapı Camisi'nin ismi ikinci surun kapısının olduğu yere geldiği için bu ismi almıştır.



            Platon veya bir diğer bildiğimiz ismiyle Eflatun. Herkesin en azından ismini bir kez duyduğu Yunan filozof, matematikçi ve mühendis… Günümüze ulaşan birçok kitabı vardır ve bunlardan en önemlisi veya en bilineni “Devlet” kitabıdır. Tarihteki ilk akademiyi Atina’da kuran kişidir. Platon’un Devletini okuduysanız kendisinin dehasına hayran kalmış olmalısınız. 13. yüzyılda yazılmış bir takım eserlere göre ünlü Yunan filozofu Platon’unun mezarı da burada bulunmak tadadır.  Alaeddin Tepesi, gizemli, anlamlı ve özel bir yer.



            Yolumun sağında Alâeddin Tepesi devam ederken, solum da İnce Minareyi seyre dalarım. Selçuklu Sultanı II. İzzeddin Keykavus Devrinde Vezir Sahip Ata Fahreddin Ali tarafından, hadis ilmi öğretilmek üzere 663 H.(1264 M.) yılında inşa ettirilmiştir.









            Yapının mimarı Keluk bin Abdullah'tır. Darü-l Hadis Selçuklu Devrinin avlusu kapalı medreseleri grubundadır. Tek eyvanlıdır. Doğusunda yer alan taş kapı, Selçuklu Devri taş işçiliğinin en güzel örnekleri arasındadır. Giriş kemerinin iki tarafında yer alan üçer küçük sütun ve kemer kavsarası bitkisel ve geometrik motiflerle süslüdür. Cepheden bakıldığında fark edilemeyen bu mekân, binanın esas eyvanı için simetri teşkil etmektedir. Kubbeye geçiş pandantiflerle sağlanmıştır. Kubbe kasnağında kûfi yazı ile "El-Mülkü-Lillah" "Ayet'el Kürsi" yazılıdır.



            Yapı ışığını, mazgal ve dikdörtgen pencereler ile kubbede yer alan fenerden sağlamaktadır. Girişin karşısında avludan üç basamakla çıkılan basık tonozlu eyvan yer almaktadır. Eyvanın iki yanında kare planlı, kubbeli birer dershane odası vardır. Anıtsal yapının ön cephesi kesme taştandır ve yan duvarlarının dış cepheleri moloz taştan yapılmıştır. İç mekânlarda tuğla hem statik, hem de dekoratif amaçlı kullanılmıştır. Kuzeyinde yer alan mescitten bugün yalnız tuğla örgülü mihrabı kalmıştır. Yapıya adını veren minarenin kaide kısmı muntazam kesme taş kaplamalıdır. Beden kısmı tamamen tuğla örgülüdür. Minare turkuaz renginde, beyaz hamurlu tuğlalarla örülmüştür. Minarenin orijinali iki şerefeli iken, 1901 yılında düşen yıldırım, iki şerefeden birini tahrip etmiştir.

 

            Hayranlığım bitmez, okulumun köşesine dönerken,  arkası okula dönük Karatay Medresesini görürüm. Eğer zamanım varsa yolumu biraz uzatır, kapısının önünden geçmeyi isterdim.  Eğer sınıfımın camlarından biri bu medreseyi görüyorsa; teneffüslerde bu tarihi medreseyi doya doya seyretme imkânı bulurdum.



             Çini Eserler Müzesi olarak kullanılan Karatay Medresesi, Selçuklu Sultanı II.İzzeddin Keykâvus zamanında Emir Celâleddin Karatay tarafından 1251 yılında yaptırılmıştır. Medresenin iç mekânları mozaik ve plaka çiniler ile kaplanmıştır. Mimarının Muhammed bin Havlan olduğu tahmin edilmektedir. Medrese, Selçuklular devrinde hadis ve tefsir ilimleri okutulmak üzere “Kapalı Avlulu Medrese” grubunda beden duvarları taştan, kubbe ve tonozlar tuğladan inşa edilmiştir. Sille taşından inşa edilmiştir. Tek katlıdır. Giriş doğudan gök ve beyaz mermerden yapılmış, Selçuklu devri taş işçiliğinin şaheser bir örneği olan kapı ile sağlanmaktadır. Kapının üzerinde medresenin yapımı ile ilgili kitabeler, diğer yüzeylerine seçme âyet ve hadisler kabartma olarak işlenmiştir. Medresenin güneybatı hücresinde Celâleddin Karatay’ın türbesi mevcuttur. Anadolu Selçuklu devri çini işçiliğinde önemli yeri bulunan Karatay Medresesi 1955 yılında “Çini Eserler Müzesi” olarak ziyarete açılmıştır. Müzede Selçuklu, Beylikler ve Osmanlı dönemine ait çini ve seramikler, özellikle Kubad-Âbâd Sarayı çinileri, alçı süsleri, dolaplar, çini tabaklar ve kandiller teşhir edilmektedir. 

 





            Yağmurla birlikte ilk olarak Mevlana’nın hocası Şems Tebriz’in türbe ve camisini ziyaret ettik.



            Şems-i  Tebrizi türbesi, Şems-i Tebrizi ya da tam ismiyle Şemsüddin Muhammed Bin Ali Bin Melikdad Tebrizi, doğumu ve ölümü tam ve net olarak bilinmeyip doğum yılı 1185 ve ölüm yılının da 1248 olduğu söylenen Şems-i Tebrizi yaklaşık 62-63 yaşında vefat etmiştir. İran'ın Doğu Azerbaycan Eyaleti’nin yönetim ve kontrol merkezi olan büyük şehir Tebriz şehrinde doğduğu söylenmektedir. Melik Dad oğlu Ali adında büyük bir zatın oğludur Şems-i Tebriz Şemseddin yani dinin güneşi lakabıyla anılmaktadır.



            Çok küçük yaşlarda dine merakı ve yatkınlığıyla dikkatleri üzerine çeken Şems-i Tebriz aldığı ders ve eğitimlerde manevi ilimleri tahsilde gösterdiği kabiliyetle dikkatleri daha da üstüne çekmiştir. Din ilimleri tahsilden sonra, genç yaşlarında Tebrizli büyük zat olan Ebubekir Sellaf'a mürid olmuştur. Ününü duyduğu biten şeyhleri ziyaret etmiş ve bu büyük şeyhlerden onların ilimlerinden bilimlerinden feyiz almaya çalışmış ve bu sebepten ötürü diyar diyar gezerek adını namını duyduğu bütün şeyhleri ziyaret etmiştir. Onun bu huyundan memleketleri diyar diyar gezmesinden ötürü kendisine Şemseddin Perende yani uçan Şemseddin denilmiştir. 

 

Bu şekilde devam eden Şems-i Tebrizi ilmini çok yükseltmiş ve Allah dostu olmuştur. Ama hiçbir zaman arayıştan ve kendini geliştirmekten vazgeçmemiştir.  Bu böyle devam ederken manevi bir işaret üzerine Mevlana Celaleddin Rumi'yi arayıp bulmuştur. Mevlana'yla çok iyi dost olan Şems-i Tebrizi aynı zamanda da ona hocalık yapmıştır.

 

Mevlana’yla beraber üç, üç buçuk yıl beraber kalmışlardır ve Mevlana’ya ışık hayatında yeni ufukları açılmasına sebep olmuştur. Ancak Konyalılar bu beraberlikten rahatsız olmuş, Mevlana’nın kendileri ile daha fazla ilgilenmediğini düşünerek Şems-i Tebriz’inin Konya’dan gitmesini sağlamışlardır.

 

Şems-i Tebrizi Şam'a döndüğünde Mevlana, çok rahatsız olmuş Şems-i Tebriz’inin yokluğu ona rahatsızlıklar dayanılmaz acılar vermeye başlamıştır. Bir süre sonra dayanamayıp Mevlana'nın oğlu Sultan Veled'in çağrısı üzerine Şems-i Tebrizi Konya'ya geri gelmiştir. Bunun üzerine Mevlana bir daha Konya'dan ayrılmasın diye Şems-i evlenmeye ikna etmeye çalışır ve sonunda başarır bunun üzerine zamanın da Mevlana'nın evine evlatlık alınan Kimya hatunla evlendirilir. Ve hayatlarına bu şekilde devam etmeye başlarlar.

 

Şems-i Tebrizi'nin ölümünün nasıl olduğu bilinmemektedir. Mevlana da meydana gelen büyük değişiklikleri hazmedemeyenler tarafından mı öldürüldü yoksa geldiği gibi sessiz ve kimseden habersiz bir şekilde Konya'yı terk mi ettiği bilinmemektedir. Şemsi Tebrizi Türbesi, Niğde'deki kesik baş türbesi de Şems'e izafe edilir. Bunlardan ayrı olarak ta Tebriz şehrinde Geçil denilen mezarlıkta aynı bölgedeki Hoy'da, Pakistan'ın, Multon şehrinde şems türbeleri ve makamları vardır. Bu makamlar Çeşitli rivayetlerle süslenmiştir. Ama nasıl ve nerede öldüğü bilinmemektedir. Bir rivayete göre de Mevlana Celaleddin Rumi'nin oğlu Alâeddin’de Şemsi öldürenler arasındadır. Şems-i Tebrizi'nin Konya'daki mezarı küçük minik mütevazı neredeyse saklanmış şekilde bir yerdedir. Mevlana hazretlerinin o ihtişamlı türbesinin biraz gerisinde bir iki sokak ötesinde bulunmaktadır.  

 

 



Şems Tebriz’in Türbesi

Mevlana’yı Mevlana yapan Hocasını; gönül dostunu ziyaret ettikten sonra Mevlana Türbesine doğru yol alırken, yağmur sanki haksızlığa uğradığını anlatmaya çalışan Şems’in gözyaşları gibiydi. Berrak iri iri damlıyordu üzerimize…