Neşter

Abone Ol


Üniversiteler yakın zamana kadar adeta kurtarılmış bölgelerdi. Arındırılmış desek daha doğru... Halktan-milletten arındırılmış... İlk neşter 90'lı yıllarda vuruldu. Zira bu dönemde Anadolu şehirlerine yeni üniversiteler kurulmuş, bu üniversitelerde istihdam edilmek üzere yurt dışına yüksek lisans ve doktora yapmak üzere eleman gönderilmişti. Çok geçmeden 28 Şubat denen o meş'um, o karanlık süreç etkili olmaya başladı. YÖK denen uzantı da görevini bihakkın (!) yerine getirmek üzere işbaşındaydı. Önlerine, altına imza attıkları ağır faturalar konduğundan gidenlerin birçoğu eğitimini yarıda bırakarak dönmek zorunda kaldı.

Dönmeyenler de oldu elbet... Dönmeyenler ve dönmesi gerekli görülmeyenler… O dönemde bir kongrede karşılaştığım bu arkadaşlardan bazılarına; 'dönseniz artık' dediğimde, 28 Şubat’ın sıcaklığıyla olsa gerek; kararlı bir şekilde 'dönmem ben memlekete' dediğini hatırlıyorum. Oysa Anadolu insanı olduğu her halinden belli idi. Bir diğeri de dönmek istiyordu ama birçok endişesi vardı.

Malum; eğitim uzun soluklu bir süreç... Osmanlıyı kapitülasyona zorlayan zamanın düvel-i muazzaması bir ayrıcalık da eğitim alanında elde etmişti; yabancı okullar... Hala en zeki çocuklarımızı onların eline emanet ediyoruz. Galatasaray lisesine ya da Robert Kolejine imkânı olup da çocuğunu göndermeyecek o kadar az kimse var ki... Kimse bu okulları da sorgulayamıyor. Çünkü bu ülkenin kuruluşunda altına imza atılan anlaşmalarla hakları garanti altında... İşte birisine (Boğaziçi) dokunuldu ve neler oluyor görüyorsunuz.

Boğaziçi’nin 1971’de kurulmuş olması ve devlet okulu olması bu fiili durumu değiştirmiyor. Geçmişi 1800’lü yıllara kadar gider bu okulun... Ve fikir babası Cyrus Hamlin isimli Amerikalı bir misyonerdir. ‘Misyoner…’ 1863’te bugünkü Boğaziçi Üniversitesinin temellerini Robert Lisesi (Koleji) ile atmıştır. Şu anda da Boğaziçi Üniversitesinde bu misyonerin adı yaşatılmaktadır. Christopher Robert ise adı verilen bu kolejin Hamlin’le birlikte kurucusudur. Finansal destek ondan geldiği için okula onun adı verilmiştir. Ve bu kolej Amerika sınırları dışında açılan ilk Amerikan okuludur.

Yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde coğrafya dizayna muhatapken; aç-sefil bırakılan Anadolu insanına karşılık; Lozan’da (çabaya rağmen) bu yabancı okullar tam olarak kaldırılmadı ya da kaldırılamadı malum… (bu konu ayrıca irdelenmesi gereken bir konudur, burada ayrıntıya girilmeyecektir) Aç-sefil, üstelik cahil bırakılmış, milletinden, memleketinden, misyonundan bihaber bırakılmış olması bir yana, yüz yıldır oynanan gölge oyunu ile kendisine ölüm gösterilerek sıtmaya razı edilen Anadolu insanı hangi şartlarda yarışsın bunlarla... Malzemesini de (insan kaynağını) ona devrediyor zaten… Onların elinden de onların istemediği, yani ‘hatalı imalat’ çıkması ne kadar mümkün olmuşsa o kadar başarabilmiş…

Bu müslüman beldede salyangoz satmak vaka-i adiden… Orta yerde LGBT’nin savunulması bile ‘özgürlük’, ‘barışçıl eylem’ adı altında taa Amerikalardan, Avrupa Birliklerinden destek bulurken, hala bugün bir akademisyen olarak şahsen ben bile; meramımı anlatmak için kelimelere-cümlelere kırk takla attırmak zorunda hissediyor ve anlatamıyor-anlaşılmıyorsam kendimi, her ağzımı açtığımda dibimdeki insandan uyarı alıyorsam; nasıl başarılacak bu iş… İşte neşter bunun için gerekli…

Bu memlekette milletten yana olan kimsenin durumu neye benziyor biliyor musunuz... Hani şu gladyatör filminde vardı ya; kozlarını paylaşmak için düelloya çıkmadan önce koltuk altından bıçak saplamıştı rakibine de, öyle çıkmışlardı arenaya... Yani yaralı idi Maximus ama bunu kimseye söyleyemiyordu. Çıkıp ölümüne de olsa başarmak zorundaydı çünkü… Memlekette de işler böyle işte... Yaralısınız; bir yandan derdiniz var öyle yaralısınız, bir yandan da zinhar tartışılması, gündeme getirilmesi, konuşulması, hatta aklından geçirilmesi yasak olan şeyler nedeniyle... Bir başka deyişle bir şey konuşacakken, bir şey yazacakken; zihninize tabular listesini eklemeli onun süzgecinden geçirmelisiniz...

Bir de kabul etmek zorunda olduğunuz kahramanlar ve hainler listesi var; zihninize beş yaşından beri kazınan... Onun kahraman dediğine kahraman, hain dediğine hain demelisin... Gerçekte hakikatle hiç ilgisi olmayan bu palavra listesini ön kabul olarak önünüze koyup öyle yazıp çizebilir, konuşabilirsiniz. Ama muhatabınız hiçbir sınırlamaya tabi olmadan LGBT gibi bir sapkınlığı, üstelik İstanbul’un ortasında millete ait hangi değer varsa ayakları altına alarak savunabilir. Tabi siz fincancı katırlarını ürkütemez, arı kovanına çomak sokamaz, etliye-sütlüye karışamaz, zülfiyâre dokunamaz olduğunuzdan kimsecikler de sizi anlamaz. Bir reklam filmi vardı hatırlarsanız; ‘kısa konuşalım fatura fazla gelmesin’ diye bir sürü kelimeyi atlıyorlardı, ama hiç birisi de diğerini anlamıyordu. Onun gibi bir durum...

Biz kolu-kanadı kırılmış, tüyleri yolunmuş kuş gibiyiz adeta... Öyle ya; altındaki hakikati bilmeden nasıl anlasın muhatap sizi... Malum gladyatör yaralı da olsa amacına ulaşmıştı. Evet; cerahatin akması için neşteri vurmak gerekiyor. Boğaziçinde olan budur Efendim…