PUSUDAKİ ULUSALCILIK

Abone Ol


Geçmişte Avrupa'da yaşanan savaşların ana nedeni yine kendi icatları olan ulusalcılıktı. Nitekim en yıkıcı iki savaşın (Birinci ve İkinci Dünya Savaşı) önemli nedenlerinden birisi de bu ulus devlet yapılanmasıdır. En nihayetinde bu virüsü bize de bulaştırdılar. Osmanlının son dönemlerindeki akımlardan birisi de ‘Türkçülük’ idi. Fikir de Avrupa’dan beslenen Jön Türklerden yani ‘tipi bizden, ama çipi bizden olmayan’lardan (bu betimleme alıntıdır) geliyordu. (Not: Türkçülük doğrudan Avrupa’dan beslenmiştir denemez ama, fikir babalarından Yusuf Akçura Fransa’da eğitim almış bir Jön Türk’tür). Bu düşünceden ilham alan İttihat ve Terakki’nin, 1909’daki darbesinden sonra ülke çapında söz sahibi olan hareketin, geriye kalan dokuz yılda nasıl bir felakete yolaçtığı, tarihle az-çok ilgisi olan herkesin malumudur. Turgut ÖZAL’ın deyimiyle koca Osmanlı bu süre içerisinde ‘bozuk para’ gibi harcandı.

 

Belki bu hareketin ete kemiğe bürünmüş hali olan İttihat ve Terakki başarılı olamadı ama kendisinden sonrası için çok önemli bir miras bıraktı. Bu miras, bünyesinde bir şekilde İslam’ı da barındıran ‘Türkçülük’ hareketinin ötesine geçti ve ‘tektipleştirme’ düşüncesi ile topluma jakobenizmi-vesayeti dayattı. İlerleme de kaydetti kendi adına… Zira kimisi bu yüzden ülkeyi terketti, ki milli marş yazarı olmasına rağmen ülkeyi terketmek zorunda kalan Mehmet Akif sembol isimdir, kimisi de kurucu iradenin istediği gibi asimile oldu… Kimisi de karşı çıktı ve isyan etti… Kimi zaman da devlet adına devleti koruma refleksiyle hareket ederek toplumsal düzeni bozan anarşinin bir parçası oldu.

 

Tam 70 yıl böyle karşılıklı restleşmelerle geçti ve dayatılan misyona inancı olmayan nesiller türedi. 1990'lı yıllardan itibaren yumuşamaya başlasa da bugün aralarında terörün de olduğu pek çok sorunun kaynağı bu hastalıklı ve bulaşıcı ruh halidir. 28 Şubat sürecinin araya girmesi nedeniyle bu etki 2.000’li yıllara kadar devam etti ve kaybedilen sadece 80 yıl değil, aynı zamanda Sovyetlerin dağılması nedeniyle dünyanın yeniden şekillendiği 1990’lı yıllardı.

 

Avrupa ağır bedeller ödedikten sonra bu sorunu Avrupa Birliği ile aştı. Zira Avrupa Birliğini ulusal birliklerine saygı duyarak ve 'farklılık içerisinde birlik' sloganı ile 'Avrupa Değerlerini' ön plana almak suretiyle inşa ettiler. Mevzuatlarında doğrudan ifade edilmese de ‘Hristiyanlık’ ortak dini ve bunun kültürel yansımaları Avrupa Birliğinin kuruluş felsefesi ve sembolleri arasında yer alır. Örneğin Avrupa Birliğinin en işlevsel kurumu olan ve Birliğin fiili başkenti Brüksel’de yer alan Avrupa Komisyonu Binası ‘haç’ şeklindedir. Ya da Avrupa Birliği bayrağı, daha fazla üyesi olmasına rağmen, 12 yıldızlıdır. Zira 13 sayısı Hristiyanlıkta uğursuz kabul edilir. Sıkıştıkları zaman papanın huzurunda el pençe divan durmaları ve kimi yetkililerinin Avrupa Birliğinin bir Hristiyan kulübü olduğu, bu yüzden de Türkiye’nin hiçbir zaman üye olamayacağı yönündeki açıklamaları da böyledir.

 

(Bence de olamayacak… Çünkü olması gerekmiyor. Konuyu dinsel açıdan ele almasanız bile kültürel ve misyon bakımından Türkiye’nin yeri Avrupa Birliği değildir. Bugünkü konjonktürde Türk halkı da onlar da tam üyeliği kabul etmez zaten… Ama konjoktür değişebilir elbette… Ama onların istediği gibi değil bizim istediğimiz gibi…)

 

Avrupa'nın en önemli korkusu kıtada yeni ve çok daha yıkıcı bir savaşın çıkma ihtimalidir. Avrupa Birliğinin kuruluş felsefisindeki en önemli unsur budur. Ortak yönetim vasıtasıyla bu ihtimali ebediyyen kaldırmak en önemli amaçtır. Başarı elde edemedikleri de söylenemez. Nitekim geçmiş 70 yıllık dönemde Batı Avrupa'da böyle bir tehdit ortaya çıkmamıştır. Ancak bir durumu da not edelim. Zihinlerden silindi zannedilen hastalıklı ruh hali, yani ırkçılık Avrupa’da gitgide daha çok taraftar bulmaktadır. Bir başka deyişle karantina altında bir süre tutulsa da, ekonomik ilişkilerin nisbi olarak istenildiği gibi gitmemesi, önce başka sorunları da olan İngiltere'nin birlikten ayrılması gibi ağır bir darbe almıştır. Sonraki süreçte kendisini ciddi denilebilecek Avrupa sorunlarında göstermiştir ki; bugün corona virüs gibi gerçekte dayanışmayı gerektiren bir durumda bile sınırlar kapatılmış, ırkçılık kendisine yeni bir zemin bulmuştur.

 

Son tahlilde Avrupalı liderlerin bir şekilde konuya çözüm getireceklerini düşünmekle birlikte, bir yandan genlerdeki bu tehdidin hortlamasının beraberinde getirdiği bölgesel ve küresel tedirginlik, bir yandan da İslam'ın kökten reddettiği bu halin nelere malolabileceği düşüncesi bir başka tedirginliği beraberinde getirmektedir. Bu yüzden Türkiye’nin 2000’li yıllarda aktive ettiği yeni devlet aklı fevkalade önemli ileri bir adım olmakla birlikte, şimdilerde bizde de karantina altında olan ‘ulusalcı’ yapının büyük bir hınç hissiyatıyla pusuda beklediğini gözardı etmemek gerekir.