Stratejik Derinlik

Abone Ol

 

İbn Haldun sosyolojisinin temel kavramı olan “asabiye”yi ekonomik gelişmenin psikolojik motoru olarak da kullanabiliriz. Asabiye, dayanışma ruhudur. Mesela modern zamanlarda Japonya gibi bir ülkeyi adeta kanatlandıran şey, şu veya bu gizemli yönetim tekniği değil, güçlü Japon asabiyesidir (alıntı).

Asabiye bizim toplumumuzda bir miktar etnisite ile de ilişkilendirilir. Oysa asabiye ortak kader birliğini temsil eder. Bu anlamda ‘coğrafyanın kader olduğu’ tesbitiyle de uyuşur. Tabi konu sadece ekonomi ile ilgili de değildir. Zira temelinde sosyolojik bir kavram olan asabiye; toplumsal ilişkileri mercek altına almayı gerektirir. Sosyoloji de toplumu tepeden değiştirme değil, toplumsal hassasiyetleri tesbit etmek suretiyle; değişim eğer ihtiyaçsa, ileri adımı toplumsal hassasiyetleri dikkate almak suretiyle atmaktır.

Nitekim bunun örnekleri de yok değildir. Örneğin komünist devrim tepeden inmecidir ve başarısız olmuştur. Tabandan gelmesine rağmen zamanla tektipleşen ve tektipleştiren İran devrimi bocalamaktadır. Türkiye'de yaşanan toplumsal ve siyasal sorunların kaynağı da benzer nedenlere dayanır. Japonya örneği de kısmen böyledir ama başarılıdır. Japon modelinin başarılı olmasının nedeni değişimi dengeli yürütmesidir. Bu yüzden asabiyet bağını kaybetmemiştir.

Benzer bir durum Amerika için de söz konusu olmuştur. Nitekim G.W. Bush dönemi politikaları bu yüzden geri tepmiştir. Amerika kısa vadeli olarak amacına ulaşmış gibi gözükse de 11 Eylül’den sonra dünyaya verdiği zarar sadece karşı tarafı değil ABD'yi de etkilemiştir. İngilizlerin geçmişte profesyonelce yürüttüğü politikaları küresel gücü eline aldığını düşündüğü Doğu Blokunun çöküşü sonrası yeni bir evreye taşımak istemiş, kedisinin organize ettiği yönünde güçlü emarelere sahip 11 Eylül’ü de gerekçe olarak kullanmıştır. Beraberinde gelen işgaller, güçlü medya propagandasına rağmen geri tepmiş gözükmektedir. Nitekim 20 yıl sürdürdüğü Afganistan işgaline son vermek zorunda kalmıştır.

Oluşan tepkiyi azaltmaya dönük Obama politikaları da başarılı olamamıştır. Bu anlamda G. W. Bush'un kötü bir kopyası olan Trump'ın politikalarından da başarı çıkmamıştır. Zira devlet geleneği yerleşmiş ülkelerde yöneticiler ancak detaylarda etkili olabilir. Nitekim ‘bu temeller’ ile oynamaya kalkmış olmasının bedelini de ödemiştir. Kimbilir belki de 1979'da Brejnev'in Afganistan'a girerken ki öz güveni nasıl Sovyetler'in sonunu getirmişse, Amerikan rüyasında sonun başlangıcı da Trump dönemidir. Belki Biden’ın rolü de Gorbaçov’un rolüne eşdeğerdir.

Avrupa'da savaşların ana nedeni yine kendi icatları olan ulusalcılıktı. Bu ulusalcılık her ne kadar Osmanlıyı da derinden etkilemiş ve de halen Türkiye'de de etkisini gösteriyor olsa da (Arap unsurların da içerisinde olduğu Müslüman tebaa geçmişte, Kürt ayrılıkçı hareketi günümüzde) kendilerine de büyük zarar vermiştir. Nitekim en yıkıcı iki savaşın (Birinci ve İkinci Dünya Savaşı) önemli nedenlerinden birisi de bu ulus devlet yapılanmasıdır. Bizdeki hali 1990'lı yıllardan itibaren yumuşamaya başlasa da bugün aralarında terörün de olduğu pek çok sorunun kaynağı bu hastalıklı ve bulaşıcı ruh halidir.

Avrupa ağır bedeller ödedikten sonra bu sorunun üzerini Avrupa Birliği ile örtmeyi başarmıştır. Ateş söndürülmüş değildir ama önemli ölçüde küllendirilmiştir. Yeniden alevlenmesi mümkün olsa da Avrupa ödediği bedeller nedeniyle bu konuda fevkalade hassastır ve seçimle bile gelse kendi değerlerini de gözardı ederek duruma saygı göstermemektedir. Zira Hitler’in seçimle geldiğini de bilmektedirler. Nitekim yakın zamanda Avusturya’da Haider’in iktidar ortaklığını kabul etmemişlerdir. Ve Haider istifa etmek zorunda kalmıştır.

Avrupa Birliğini ulusal birliklerine saygı duyarak ve 'farklılık içerisinde birlik' sloganı ile 'Avrupa Değerlerini' ön plana almak suretiyle inşa ettiler. Başarılı da oldu. Çeşitli sorunlar ve geri adımlar söz konusu olsa da Avrupa Birliğinin bir başarı hikayesi olmadığını ileri sürmek desteksiz bir iddiadır. Bu başarının ardında yer alan önemli ilkelerden birisi ise; ‘dayanışma ilkesi’dir. Bu dayanışma ilkesi daha çok mali yardım politikalarıyla desteklenmektedir. Bu şekilde geçmişteki durumları dikkate alındığında yüksek gelirli sınıfına girmiş pek çok ülke vardır. Yunanistan ve İrlanda ile birlikte İspanya, Portekiz bunun en dikkat çekici örnekleridir.

Avrupa Birliği'nin bu başarı hikayesinin gerisindeki en önemli nedenlerden birisi de o dönemde nisbeten korumacı olan politikaları, gümrük birliği vasıtasıyla kendi arasında serbestleştirmesidir. Bir başka deyişle kendi aralarında iç piyasalarını birbirlerine açarak ekonomik bütünleşmenin önündeki engelleri kaldırmışlardır. Diğer kısıtlamaların da kaldırılması 1980'li yılların ikinci yarısından itibaren ekonomik bütünleşmenin tamamlandığının kabul edildiği, artık siyasi birliğe dönük adımların atılmaya başlandığı yıllar olmuştur. Siyasi birlik alanında da önemli ilerlemeler kaydetmişlerdir.

Birlik felsefesinin gerisindeki temel saik kıtada yeni ve çok daha yıkıcı bir savaşın çıkma ihtimalidir. Kaynakların bölüşülmesi vasıtasıyla bu ihtimali ebediyyen ortadan kaldırmak en önemli amaçtır. Nitekim şimdiye kadar Batı Avrupa'da böyle bir tehdit ortaya çıkmamıştır. Ancak bir durumu da not edelim. Zihinlerden silindi zannedilen hastalıklı ruh hali, yani iktisadi şartların sıkılaştığı zamanlarda taraftar bulmaktadır. Bir başka deyişle karantina altında bir süre tutulsa da, ekonomik ilişkilerin nisbi olarak istenildiği gibi gitmemesi, önce başka sorunları da olan İngiltere'nin birlikten ayrılması gibi ağır bir darbe almıştır. Sonraki süreçte ise ciddi denilebilecek Avrupa sorunlarında kendisini göstermiştir ki; corona virüs gibi gerçekte dayanışmayı gerektiren bir durumda bile sınırlar kapatılmış, ırkçılık kendisine yeni bir zemin bulmuştur.

Son tahlilde Avrupalı liderlerin bir şekilde konuya çözüm getireceklerini düşünmekle birlikte, bir yandan genlerdeki bu tehdidin hortlamasının beraberinde getirdiği bölgesel ve küresel tedirginlik, bu halin nelere malolabileceği düşüncesi bir başka tedirginliği beraberinde getirmektedir.

Durum Türkiye bağlamında da değerlendirilebilir. Biz farkında olmasak bile, neredeyse yüz yıldır, asimetrik bir savaş var. Savaş olağanüstülüğe işaret eder. Olağanüstülüğün halihazırda olağanmış gibi gösterilmesi ya da görülmesi yani kanıksanmış olması durumu sosyolojik tahlili gerektiren bir konudur. Örneğin sürekli savaş halindeki Afganistan'da bir bombanın patlaması ve insanların kol ve bacaklarını kaybetmesi gerçekte normal olmadığı halde o toplumda olağan bir durum olarak algılanır.

Olağanüstü durumlar olağanüstü yetki ve kararları da gerektirir. Bugün normal şartlarda kabul edemeyeceğimiz kimi yetki ve kararların bu olağanüstü şartlar altında değerlendirilmesi gerekir. Zira öylesine derin ve kurumsal bir 'işbirliği' var ki; bu çevreler devlet olmanın temel şartlarını gözardı ederek rant, tekel ve vesayetini son zamanlara kadar devam ettirdi. Bunların bertaraf edilmesi illaki bir takım olağanüstü yetkileri gerektirmektedir. Muhatapların sızlanması bu yüzdendir. Taraflar bildiği halde bu durumu da açıklayamamaktadır. Zira son yüz yılda üretilen palavra politikası da önemli ölçüde taraftar toplamış gözükmektedir.

Dolayısıyla; şartlar olağanüstü iken, böyle bir şey yokmuş gibi davranmak ihanet değilse gaflettir. Böyle devam ettiğiniz sürece ilk fırsatta icabınıza bakarlar. Onlara bu fırsatı da vermemek gerekir. Bu ise bir miktar gölge oyununa taraf olmayı ve komplo teorilerine itibar etmeyi gerektirmektedir. Gölge oyunu haliyle asimetrik savaşla asimetrik mücadeleyi de gerektirmektedir. Global stratejik derinliğin periferisi farkedilemezse, Sovyetler gibi yeni bir yüzyılı görmek mümkün olmaz.