TAŞ TOPLADIM GİTTİĞİM YERLERDEN

Abone Ol

 


 

Her şey yapmak istediğim tabloya aradığım taşları bulamamakla başladı. Emekliliğin boşluğunu hobi kursları ile doldururken;  Afyonkarahisar tarihi evlerinden oluşan bir kesiti sembolize eden tablo yapmaktı amacım.  Zemin katını kesme taşlardan yapmayı planlıyorum, iki katlı, sokağa bakan karşılıklı iki ev ve birbirine dayanmış çatısı görünen diğer evler... Aslına uygun, üç boyutlu, ahşap, minyatür, penceresinde çiçek saksıları olan perdeli, renkli duvarlı eski evler var hayalimde. Garip gelecek ama zemin katı için aradığım taşları sitede bulamadım. Fayanslardan kırıp yaptım. Tablom oldu; beğenildi de ama istediğim taşlardan olmadı, biraz da aceleye geldi. O yüzden gözüm hep taşlarda kaldı…

 

Bu bende hobi haline geldi. Gezdiğim şehirlerde, tatil beldelerinde, deniz kıyılarında hep taşlara bakıyorum. Beğendiğim taşları topluyorum. Zamanın, rüzgârın, suyun aşındırması sonucu sivrilikleri kaybolmuş, yuvarlak taşlar; renk renk şekil şekil… Öyle çok değil, hatırası olacak, elimdeki yarım litrelik su içtiğim pet şişesini dolduracak kadar topluyorum.

 

Topladığım taşları, önceleri dekor olarak sehpamın üzerinde bir kapta biriktirdim, çoğalmaya başlayınca bahçenin bir köşesinde toplamaya başladım. Bu taşlar bana gezdiğim yerlerin;  coğrafi ve tarihi özelliklerini, orada geçirdiğim günlerin anısını anlatır oldu. Evreni düşündürüyor bana taşlar. Her yerde taşın kaynağı kayalar, dağlar var ve ben tabloma taş bulamıyorum, hayıflandım biraz… Yerkabuğunun ana malzemesi taş; tüm taşların kökeni magmadan. Kimi magmalar yanardağlardan püskürerek lav olmuş, katılaşmış; hangi ülkede, hangi deniz ve dere kenarında olursa olsun milyarlarca yıl öncesini fısıldıyor bana.  

 

Topladığım taşlar; Afyonkarahisar’ın kalesinden, Frig Vadisinden başlayarak Konya Üçler mezarlığının (Üçler Mezarını daha önce yazmıştım. Buradan üçtaş toplayanın dileği kabul oluyormuş, kabul olduktan sonra taşları geri götürüp aldığın yere koyacakmışsınız. Bir inanç, bir umut işte... Ne dilediğimi unuttum, gerçekleşip gerçekleşmediğini de bilmiyorum. Taşlarım duruyor.)   Kars Ani Harabelerinin, Karadeniz Kıyılarının, Akdeniz ve Ege sahillerinin, Erzurum’un, Eskişehir’in; Kızılırmak’ın, Dicle’nin, Fırat’ın, Torosların: Kapadokya’nın,  kasaba ve köylerin, derelerinin ve pek çok yerlerin taşları. Hep bir şeyler anlatır, düşündürür taşlar...

 

Beni derinden etkileyen yerlerin taşları var mesela; Kosova ve Birinci Kosova savaşının yapıldığı yer. Sultan Murad komutasındaki Osmanlı ordusu ile Sırp kumandanı Lazar Hrebelyanoviş komutasındaki Balkan birlikleri arasında 23 Haziran 1389 yılında Kosova ovasında yapılan savaşın izleri… Sultan Murad Hüdavendigar, savaş köslerinin vurulmasını emrediyor, davul, zurna boru sesleri kaplıyor Kosova Ovasını. Bir zafer kazanılıyor, ya sonrası…   1.Murat savaş alanında gezerken yaralı bir Sırp askeri tarafından şehit ediliyor. Bir başka rivayette; Miloş Nikola (Obiliç) adlı bir Sırp askeri¸’’ Ben Müslüman oldum padişahınızla görüşmek istiyorum.’’ diyerek hükümdarın huzuruna girmeyi başarıyor ve huzurunda iken yeninde gizlediği zehirli bir hançerle Murat Hüdavendigar’a saldırarak, padişahı yaralayıp şehit ediyor. İç organlarının gömüldüğü türbeyi ziyaret ederken; hüzünle, uzayıp giden savaşın yapıldığı ovadan, taş toplamayı ihmal etmiyorum.  Mehmet Akif’in şiiri çınlıyor kulaklarımda.   Nerde olsam çıkıyor karşıma bir kanlı ova.../ Sen misin, yoksa hayâlin mi vefasız Kosova! Sultan Murat’ın naaş Bursa’ya götürülmüş ve oraya gömülmüştür.

 

Mostar Köprüsü; Bosna-Hersek’in Mostar şehrinden geçen Neretva Nehri üzerinde Mimar Sinan’ın öğrencisi Mimar Hayrettin tarafından 1566 yılında inşa edilen köprü. Fakat Bosna-Hersek’te başlayan iç savaş sonucu 1992-1993 de köprünün bir kısmı Neretva Nehrinin sularına gömülmüş. Yeniden inşa edilen köprünün, eski kalıntısının bir kısmı; yeni köprünün hemen ayağında,  nehrin kıyısında zamana karşı kalabilme mücadelesi veriyor ufalanıp gidiyor. Ufalanmış taşlarından topluyorum ilk Mostar Köprüsünün hatıralarından.

 

Tuna Nehri; Kıyılarında atalarımızın at koşturduğu Türk zaferleri ile dolup taşan anılar nehri. Avrupa’nın en işlek suyolu… Almanya’nın güneyinden; Kara Ormanlar Bölgesinden doğup;  Avusturya, Slovakya, Macaristan, Hırvatistan, Sırbistan, Bulgaristan, Romanya, Moldova ve Ukrayna’dan geçerek Karadeniz’e dökülüyor. Tuna, Osmanlının sınır çizgisidir adeta. Üzerine nice şiirler, şarkılar, marşlar yazılmış, akıncıların mücadelelerine şahitlik etmiştir.  Tuna’dan sadece su akmıyor, bir tarih, bir medeniyet akıyor. Macaristan Budapeşte’de tekne gezisi ile Tuna nehrini geziyoruz. Akşamın karanlığında ışıklandırılmış şehir muhteşem görünüyor. Tuna ve en uzun kolu olan Sava nehri ile buluştuğu yerde dilek dileniyormuş, bizde tuttuk dileklerimizi içimizden. Tekneden bir müzik yayılıyor ‘’Tuna Nehri akmam diyor, /Etrafımı yıkmam diyor./ Şanı büyük Osman Paşa,/ Plevne’den çıkmam diyor. ‘’ Okulda öğrendiğimiz marşı yürekten bir kez daha söylüyoruz, hem de Tuna Nehri üzerinde. Tuna Nehrinden taş toplayamadım. Bulunduğumuz şehrin, hemen hemen bütün kıyıları nehirden yüksek korunaklar içinde o yüzden bende hatıra olarak kaldığımız otelin bahçesinden topladım taşları. Tuna Nehrini anarak...

 

Adriyatik Denizi; Akdeniz’in bir kolu olan körfez ya da iç deniz. Kuzey kısmı Akdeniz’in med-cezir hareketleri duyulan ender köşelerden biri. Balkan yarımadası ile İtalya yarımadası arasında yer alıyor.   Doğusunda,  ArnavutlukHırvatistanSlovenya ve Karadağ, batısında İtalya var. En yakından Hırvatistan’da buluşuyoruz Adriyatik kıyıları ile. Dubrovnik, kale surları ile çevrili eski bir şehir, bu şehirde surların içine gizlenmiş bir tarih. Çıkmaz sokakları ve Arnavut kaldırımları ile kale içi bir kasaba büyüklüğünde neredeyse. Limanı hemen gözünüzün önünde yüksek surları denize bakıyor. Hemen birkaç metre ileride deniz ayağınızın altında, Dalmaçya kıyıları kartpostal gibi. Zaten çok turist geliyor buralara. Dantel oyası kıyılarından taş topladım seçerek.  Coğrafya derslerinde okuduğumuz Adriyatik Denizinin taşları elimde, bende derin duygular uyandırıyor.

 

Selanik ve Atatürk’ün doğduğu ev;  İlkokuldan beri, Atatürk’ün hayatını anlatırken ezberlediğimiz iki katlı pembe bir ev. Heyecanla ziyaret ediyoruz. Beklentimin altında bir sunumla karşılaşıyorum. Bir iki oda hariç diğer odalarda, ilkokul duvar gazeteleri gibi hayatını anlatan yazılar asılarak geçiştirilmiş gibiydi. Hayal kırıklığına uğradım. Bahçesinden küçük taşları topladım. Tarihi yönlendiren büyük adamın evinden.

 

Makedonya’da tarihi bir şehir Manastır; Atatürk’ün şehri olarak anılıyor.   Manastır’da okuduğu askeri liseyi ziyaret ettik. Okulun ikinci katında Atatürk için ayrılmış bölüm var.   Öğrencilik dönemine ait heykeli hiç kendisine benzemiyordu. ‘’Manastır’ın ortasında var bir çeşme, canım çeşme…’’ O çeşmeden su içtik.  Yağmur altında topladım taşlarını Manastır’ın. Makedonya;  Büyük İskender’in doğduğu şehir… Başkenti Üsküp’ün ortasından geçen Vardar Nehri şehri ikiye bölüyor. Bir tarafında Arnavutlar ve Türkler, diğer tarafında Makedonlar yaşıyor. Taş Köprü, (Fatih Sultan Mehmet köprüsü) Makedonya meydanı ile Eski Çarşıyı birbirine bağlıyor.  Eski Çarşıda;   camiler, bedestenler, çarşı, kale medrese, han, hamam ve çeşmelerle yabancılık çekmiyoruz. Vardar ovasını görüyoruz, türküsünü içimizde duyumsayarak. Çok garipsiyorum bizim kültürümüze ait olan isimleri, türküleri, tarihi, başka ülkelerin topraklarında çağrıştırmasını. Buruk bir sızı ile yanma hissediyorum içimde. Makedonya meydanında ise küçük ülkenin büyük devasa heykelleri yer alıyor.   Şaha kalkmış atın üstünde kılıcını kınından sıyırmış Büyük İskender heykeli oldukça heybetli duruyor. Geniş meydanda toplayacağım bir tane taş yok, tertemiz. Eski Çarşıda buldun küçük birkaç taş. O birkaç taş yaralar beni.   

 

Santorini Yunan Adası; 3500 yıl öncesine kadar yerli halkı Minoanlılara ev sahipliği yapmış ve o zamanlar bir daire şeklindeymiş. Ada’daki volkan büyük sarsıntı ile patlamış,  bunun sonucunda adanın ortası sulara gömülmüş. (Bazı arkeologlar Kayıp şehir Atlantis’in burası olabileceğini düşünüyor.) Hilale benzer şekli ile bu günkü Santorini olmuş. Ada’ya; denize demir atan gemiden botlarla kıyıya çıkıyoruz. Ada çok yüksekte kalıyor;  ya teleferikle ya da eşeklerle dolana dolana çıkılıyor. Çok turist çeken adalardan biri... Denizden bakınca Afyonkarahisar’ın Kalesi gibi kara ve sarp görünümlü.  Kumsallarında siyah kumlar yer alıyor. Burasının hatırası olarak siyah taşlardan topladım.  

 

Rodos Adası; Adını bir “Su perisinden” alan Rodos antik çağların en zengin şehirlerinden biriymiş. Şövalyeler: surlarla çevirdikleri şehirde: saray ve hastane binaları yapmışlar. Bunlar: günümüze kadar sağlam gelebilen ve çok etkileyici yapılar. Venedik ve Osmanlılar dönemlerinde de ada mimari eserlerle donatılmış. Fatih Sultan Mehmet’in tahta geçen oğlu II. Beyazıt’tan kaçan Şehzade Cem Sultan; bu adada 12 yıl sürgün hayatı yaşamış.  Tarihi şehre dışarıdan baktığınızda cami minareleri göğe doğru yükseliyor. Ancak: Adada bulunan Osmanlı eserleri; Avrupa Birliği baskısı ile yavaş da olsa restore ediliyor. Rodos’ta Osmanlı izlerini her köşe başında görüyorsunuz. Medreseler, hamamlar ve camiler. Bunlardan biri de Kanuni Sultan Süleyman Camisi. O dönemin hâkimiyetini simgeleyen en güzel camilerden biri olmasına karşılık çok bakımsız kaldığı dikkatimizden kaçmıyor, üzülüyoruz tabi ki. Kıyıları pırıl pırıl çakıl taşlı plajları var. Taşlarımı buradan da topluyorum. Kaybettiğimiz adanın taşları…

 

1912 yılında imzaladığımız Uşi Anlaşması ile 12 Adalar'ı İtalyanlara bırakıldı. 1947 yılına kadar 12 Ada'yı elinde bulunduran İtalyanlar, 2. Dünya Savaşı’nda mağlup olunca yapılan anlaşma ile 12 Adalar Yunanlılara verildi. 

 

Yunan adaları ve Balkanlarla ilgili gezi notlarımı daha geniş olarak ilerideki günlerde sizlerle paylaşacağım.  Kısacası taşlar beni anılardan anılara götürürken bence sıradan taşlar, değerli taşlardan daha değerli olduğunu düşünüyorum. Taşların, efsaneleri,  gizemleri, insanlar üzerinde etkileri ve taşlarla ilgili inançlarını içeren yazım devam edecek…