TOPLUM MÜHENDİSLİĞİ

Dünya, ortaya koydukları geceli gündüzlü ‘samimi’ mesai ile, bilgiyi diploma mühründen kurtaran ama aynı zamanda bilgiden güç devşiren toplum mühendislerinin ‘yapay zeka’ dedikleri hegamonik esaretine büyük bir hızla giriyor.

Kurulan bu sistem o kadar düzenli işliyor ki; kıyıda köşede saklananları, kendini bir tenhada unutturmaya çalışanları dahi bulup çıkarıyor ve içine çekip, er geç öğüterek dönüştürüyor.

Bu sayede de herkesin kendi sınırlarında başlayıp bittiği bir dünya, statik, katılaşmış, dolayısıyla da inceliklerini kaybetmiş tabiata bürünüyor. Birbirini görmeden, ötekine dokunmadan, hayatına kimsenin sızmasına, ilişmesine, dokunmasına izin vermeden yaşamaya çalışan bir ürkekler, bir tedirginler, bir korkaklar dünyası adım adım inşa ediliyor.

Bakın bugünkü halimize…

Hemen herkes tek kişilik bir dünyanın ‘ufuksuzluğu içinde’ tutsak durumda. Hayatların neredeyse hiçbir temas noktası kalmamış gibi görünüyor.

Aynı şeyleri, aynı şekilde yapıyor olmanın bize ortak noktalar kazandırdığını sanıyoruz ama herkesin birbirine benzemesinden, tek tip bir hayatın bütün hayatların yerine geçirilmesinden başka bir şey değil bu! Bir anlamda kültür katliamı da denebilir buna. Çünkü hayatlarımızı öznelliğinden arındırarak (onların dünya genelinde “tek kültür” oluşturma değirmenine kendi elimizle su taşırcasına) eni boyu belli tek bir hayat darlığına indirgemiş, birbirimize benzemeye mahkûm etmiş oluyoruz sadece. Biz uyum sağladıkça da insanın öznelliği, her insanın kendine has karakteri adım adım yok ediliyor.

Aslında tablo ‘görebilen kalpler’ için o kadar net ki…

Bugün yaptığımız şeylerin büyük bir kısmını herkes yapıyor diye yapıyor muyuz? Evet!

Alışkanlıklarımızı, meşgalelerimizi, zevklerimizi, ihtiyaçlarımızı, sevdiklerimizi, sevmediklerimizi belirlerken ölçümüz çoğu zaman o ‘herkes’ değil mi? Evet!

Hani nerde bireysel farklılıklarımız? Nereye kayboldu kendi hikâyemiz? Yoklar!

Çünkü bu, öyle şeytanca kurgulanmış bir sistem ki, merak etme ihtimalimiz olan her şey; yine onların ekonomik çarklarını döndürmeye elverecek güdümlü hazırcevaplarla karşılıyor.

Seçenek şansımız yok; zira serbestçe, kafa ve kalp gürlüğüyle meraklarımızın peşinden gitmemize izin vermiyorlar. Bu sayede de ufkumuzu köreltiyor, arayışlarımızı kökünde kurutuyor, düşüncelerimizi seyreltiyor ve duygularımızı sulandırıyorlar.

Nasıl başarıyorlar derseniz, cevabı çok zor değil!

Şuurumuzu zayıflatarak güçleniyorlar. Bizim şuurumuz zayıfladıkça onların kurdukları bu sistem güç kazanıyor!

Rakamların dili ile baktığımızda aslında sözünü ettiğim bu mühendislikteki şeytani zekayı anlayabilmek çok zor olmuyor;

Zira ‘Dijital Türkiye 2019’ raporuna göre, ülkemizde yetişkinlerin %98’i cep telefonu, %77’si akıllı telefon kullanıyor. Aynı rapora göre 2019 rakamlarına göre 52 milyon sosyal medya kullanıcısı var, bunların 44 milyonu bağlantılarını mobil cihazlar üzerinden kuruyor ve her gün internette geçirdikleri süre 7 saat 15 dakika, sosyal medyada geçirilen süre ise 2 saat 46 dakika.

Son bir yılda internet kullanan kişi sayısı beş milyon, aktif sosyal medya kullanıcısı sayısı ise bir milyon artış göstermiş. Ayrıca bu rapor cep telefonu kullanıcılarının kendilerini her 15 dakikada bir telefonuna bakmak zorunda hissettiğini, günde ortalama 150 kez cep telefonunun yanında olup olmadığını kontrol ettiği bilgisini veriyor!

Tabi bu bizim cephemizdeki bağımlılığımızın yansıması.

Bu terazinin bir de öbür kefesi var;

Onlar da bizi artık tümüyle ele geçirdikleri program ve uygulamalar sayesinde cep telefonlarımız üzerinden tanıyıp analiz ediyor; tüketim alışkanlıklarımızı, psikolojik zaaflarımız başta olmak üzere her şeyimizi okuma şansını elde ediyorlar. Bu sayede de zayıflıklarımızı, kontrolü nerede elimizden kaçırdığımızı, kapılmaya neremizden müsait olduğumuzu iyi biliyor; psikolojimizle, sinirlerimizle, duygularımızla, düşüncelerimizle oynayabiliyorlar.

Adına “yeni dünya” koydukları bu karambolde insanı, sanki sonsuz seçenekler arasından dilediğini seçebilecek bir kudrette olduğuna inandırmaya çalışıyorlar. Ancak bu yeni dünyada, biz daha yeni bir güne gözlerimizi açmadan, mecburi ihtiyaçlara ayırdığımız saatlerin dışındaki vakitlerimizi çoktan planlamış oluyorlar. Biz ise neredeyse şöyle derin bir nefes alacak kadar dahi vakit bulamadan günlük olağan ve değişmez meşguliyetler döngüsünün içine kapılıp gidiyoruz.

Sabah kalkıp zaten akmakta olan bu sürece de ‘gönüllü’ dahil oluyoruz. Kendimizi yeniden fazlasıyla geciktirilmiş ve tabiatıyla bölük pörçük bir uykunun ellerine teslim edinceye kadar da herkesin yaptığı şeyleri, herkesin yaptığı gibi ve herkes kadar kendimizi kaptırarak yapıyoruz.

Sansasyonel haberler, her an güncellenen ateşli tartışmalar, gerçekliği şüpheli bilgilerle girilen sözel itiş kakışlar, merakımızı celbeden bir sürü lüzumsuzluk, iki dakika sonra unutacağımız hayati bilgiler, günlük hayatımızdan naklen yayınlar, özelimizin genele açılmasına dair dokunmatik faaliyetler, dijital çöplüğe yeni çöpler katmak için çırpınışlar ve her anlamda ağırlığı altında ezildiğimiz bir ‘meşguliyet dağı’ içinde biten gün ve günler.

Uyku ise; tercih ettiğimizden değil, yorgunluğa yenik düştüğümüzden kapısını çaldığımız bir şey haline geliyor. Ya da yeniden başlamak, yeniden illüzyona dahil olabilmek, yeniden kendimizi döngüye katabilmek için mecbur olduğumuz bir mola; daha büyük bir uykuya güç toplayabilmek için zorunlu istirahat halini alıyor!

Baş döndürücü bir hızla dönen bir zaman, hıncahınç insanla dolu karmakarışık bir dünya ve birbirine sağır milyonlarca insan! 

Var mı başka bir şey?

Hissetmeye vakit yok. Akletmeye vakit yok. Fikretmeye vakit yok.

Şükretmeye, söylemeye, dinlemeye, durmaya, durulmaya, görmeye, kavramaya, duymaya, dinlenmeye, olmaya, olgunlaşmaya vakit yok.

Velhasıl, şu koşar adım dönen yeni dünyada insan gibi yaşamaya vakit yok.

Neden yok?

Evet, neden yok?

Soralım mı kendimize;

Yaptıklarımız arasında ona harcadığımız vakti hak eden bir şey ya da onun için gözden çıkardığımız dakikaların karşılığında bize değer atfedeceğimiz herhangi bir şey kazandıran var mı?

İnsanlığımızı zenginleştiren, bildiklerimize yeni bir şey ekleyen, yeni bir ufuk açan, hayatımızdaki, kişiliğimizdeki, zihnimizdeki, duygularımızdaki bir boşluğu dolduran ufacık bir kazanım elde ediyor muyuz?

Her gün vakit, nakit, enerji, merak, heves, heyecan, itibar, duygu gibi bir çok değerli ‘şey’imizi fütursuzca harcıyoruz; peki ne kazanıyoruz?

Bütün bu meşguliyetlerden sonra elimizden kalanlar, elimizden kayıp giden vaktin yerini tutuyor mu ya da harcadığımız bütün bu vaktin ağırlığını çekecek bir birikim elde ediyor muyuz?

Dağarcığımıza, hafızamıza, idrakimize sadra şifa, derde deva yeni bir şeyler ekleniyor mu, yoksa az sonra unutup yenisine geçeceğimiz uçucu kaçıcı şeylere mi gidiyor bizim bütün kıymetli vakitlerimiz? Günü gülüp eğlenerek, itişip kakışarak geçirip gecenin sonunda kendimize eli boş mu dönüyoruz?

Bugün kimseyle paylaşmayıp kendimize saklamak isteyeceğimiz ne yaptık? Giydiğimiz kıyafetlerin birbirine uyumlu olmasına hepimiz iyi kötü dikkat ediyoruz ya artık; peki yaptıklarımızın insan olmakla uyumlu olmasına?

Bir şeyin gerçekten önemli olması için, o şeyle herkesin ilgileniyor olması yeterli midir?

Her alanda tercih edebileceğimiz onlarca hazır seçenek sunuluyor bize; peki bizim kendi seçeneklerimiz nerede?

Hayatının gelişme çağını gerçek hayatla temasını kesip test çözerek geçiren bir zihin aradığında kendi ifadesini bulabilir mi?

Herkesin gerçeği menfaatine uygun şekilde eğip bükebildiği bir zamanda kaybedilmesinden endişe edebileceğimiz bir şey kaldı mı?

Geçmişte bizi ifade etmekte kullanılamayan kelimelerin bugün rahatlıkla kullanılabiliyor olmasından birazcık da olsa işkilleniyor olmamız gerekmez mi?

Maneviyatımızı yükseltmeye hiçbir şey yeterli olmuyorsa, kalbimizin nerede olduğunu neden merak etmiyoruz?

Karşıtlıklar ortak alanları tamamen ortadan kaldırıyorsa, sözün hâlâ var olduğunu iddia edebilir miyiz?

En çok sevdiğiniz şey diye sorulduğunda, markası olmayan herhangi bir şey geliyor mu aklımıza?

Bilgi çağının bilgelik, iletişim teknolojilerinin insanlığa muhabbet getirmediği bu kadar aşikâr iken nedir bu gafletimiz?

Hakkaniyet sahibi olmak için en ufak bir gayreti olmayanların, her durumda kendilerini sebepsizce haklı görmelerinde şaşıracak ne var?

Gücün güçsüzlükleri, zenginliğin yoksulluğu, endüstrilerin doğal kaynak tahribatını, piyasaların algı kontrolünü, taraftarlığın karşıtlığı zorunlu kıldığı bu kilitlenmiş zamanı açacak anahtar nerededir?

Kimsenin kimseyi sevmediği bir dünyada iyiliğin madeni nerede aranacak?

Herkesin kendini eğlendirmeye şartladığı bir dünyada, sürekli eğlenmenin mümkün olmadığı bir hayat kime yetecek?

Neden sormuyoruz hiç kendimize; dillerimizin tasdik ettiği şeyleri ikrar etmekte kalplerimiz neden bu kadar isteksiz davranıyor?

Gerçeğin sabitlenmiş görünümleri, sözlerin dolaşımda değer ve derinlik kaybına uğrayan anlamları, insanların kendini dışa vurma öncelikleriyle dönüştürdükleri kişilikleri ne kadar süre oyalar ne kadar ikna eder ki bizleri?

O kadar çok soru var ki zihnimde!

Çünkü artık hemen tüm toplum elimizdeki en kıymetli sermaye olan vakitten olduk, oluyoruz. Bugünü veriyor ve yarına kendisinden eser kalmayacak bir sürü saçmalık alıyoruz. Belleğimizi, hemen unutacağımız şeylerle tıka basa dolduruyor, boşaltıyoruz. Görünüşte ise hep meşgulüz bir şeylerle. Hatta o kadar meşgulüz ki, ömür sermayesinin boşa akıp gittiğinin farkında bile olmuyoruz.

Suda pişen kurbağa misali fark edemiyoruz ama insanlığımızın gediklerini örtmek için bulduğumuz bütün çareler elimizden alınıyor tek tek. Zira hayatımızda sözlerden algılara, davranışlardan alışkanlıklara, eşyadan ihtiyaçlara kadar önceden olmayan ama bugün olmadan olmayan, kısa sürede hayatımızda fazlasıyla yer tutmuş, hatta kök salmış pek çok yeni şey birikti.

Zamanın akışının hızlandığını, bizi peşinde koşturduğunu, bizi hiçbir şeye yetişemez hale getirdiğini söyleyip duruyoruz ancak bir adım geriye çekilip bakınca gördüklerimiz çok farklı bir şey söylüyor bize. Biz zamanı hovardaca harcıyor, boşa tüketiyoruz. Elimizde hiçbir şey bırakmayan meşgalelerle değil dakikaları, saatleri heba ediyoruz. Yani, zaman gibi bir serveti çarçur ederek muhtaç hale gelen müflis tüccar gibiyiz sadece.

Çünkü onlar nereyi gösteriyorsa oraya bakıyoruz. Zira göstermek istedikleri şeyleri, artık bizi kölesi kıldıkları cep telefonlarının ekranlarından gözümüzün içine sokuyorlar. Cep telefonlarımızı elimizden düşürmediğimiz için onların gösterdikleri şey her ne ise oraya kilitlenip kalıyor, başka bir yere bakamıyor, başka bir şey düşünemiyor, başka bir şey merak edemiyoruz. Ertesi gün başka bir şey gösteriyorlar, bu kez ona bakıyor, orada donup kalıyoruz!

Bu takılı kalma hali kalplerimizi ve zihinlerimizi de kilitliyor, bizi hayal etmekten uzakta tutuyor, rüyalarımızı ulaşamayacağımız derinliklere gömüyor, içimizin kolunu kanadını kırıyor.

Gösterdikleri ne? İnsanın ve insanlığın karanlık yüzü! İtip kakmaya müsait sözler, deşip kanatılabilecek ayıplar, doğru hissettirebilecek yanlışlar, vurup kırmaya müsait duygular, sığ lafazanlıklar ve bütün bunları aşan kişilik bozuklukları!

Ya da ortaya bir ürün konuyor. Herkes onun peşinden koşuyor. Sonra başka bir ürün konuyor. Herkes şuursuzca bu defa onun peşinden gidiyor. Ürünler piyasaya çıktığı andan itibaren kapışılmaya başlanıyor. Gücü yetmeyenler, ona sahip olma arzularından vazgeçmiyor, ucuzlamasını bekliyor. Zevkler ve renkler yok artık, markalar var. Herkes aynı şeyleri yiyor, içiyor, giyiniyor, kullanıyor. İnsanın nasıl kokması gerektiğine bile onlar karar veriyor.

İnsan denen o büyük kutsal, ürünleri taşıyan bir tüketim robotuna dönüştü yani.

Farkında mısınız bilmiyorum; bugün çiçekleri değil, çiçeklere benzetilerek imal edilmiş kimyasalları kokluyoruz. Zayıflıklarımızı kışkırtan her şeyin peşine takılıp gidiyor; güzelliklerden değil, güzellikleri makyajlayan tasarımlardan etkileniyoruz.

Çözülüyoruz, azalıyor, eksiliyor; bir insan olmaya yetmeyecek kadar az kalıyoruz.

 Oysa hayat dediğimiz gerçeklik ekranlarda değil; bizim bakmadığımız, bakamadığımız her yerde olanca gürlüğü, güzelliği ve renkliliğiyle akıp gidiyor. Biz ise izan geçirmez inatlarla, köşeye kıstırılmış zihinlerle, çürüten ısrarlarla hayatın olmadığı yere bakıyor; içimizin bütün insanca bakışlarını tutup o kör kuyulara atıyoruz ve bütün bu katıksız esaret bizim başımıza sarılı değilmiş gibi, her gün üç kuruşluk oyalamalar için şuursuzca hayatın elini bırakıyoruz.

Herkesin her şeyden haberdar olmayı adeta ihtiras haline getirdiği bir yerde, kimin kendisinin hatırını sormak için bir fırsatı olacak bilmiyorum ama ellerinden kurtulmamızın tek yolu yeniden muhakeme edebilir hale gelmemiz! Zira hakkını vererek anladığımız her şey eminim ki kendi miktarınca aydınlatacaktır bizi.

Ancak eğer zihninizi sürekli bir şeylerle meşgul edip uyuşturmuyorsanız zor bir hayatınız olacak. Çünkü insanın canını acıtan çok şey var bugünün dünyasında. İçine çekenler, hala bir kalp taşıdığını hissedenler için bu hayatı solumak, farkına vardığı şeylerle yaşamak gerçekten çok zor!

Zor çünkü; suçumuz o kadar büyük ki, hiçbirimiz üstlenmeye cesaret edemiyoruz. Bulduğumuz çare, her şeyin iyisini ve doğrusunu bir ulaşılmaz ütopya kurup içine hapsetmek! Bu değerlerden söz edildiğinde çok etkilenmiş görünmek, bir ağızdan ah vah etmek!

Başarabildiler mi, bence evet!

Zira bugün, sadece çeyrek asırlık kısa bir zaman diliminde bizi sahip olduklarımızın bağımlısı, henüz olmadıklarımızın kölesi kılan bir düzen kurdular ve yetinmeyip bizi heveslerimizin esiri, arzularımızın tutsağı kıldılar.

Tüm insanlık sadece on beş yıl gibi kısa bir zaman diliminde belki bir asra, belki de birkaç asra sığdıramayacağınız kadar büyük bir dönüşüm yaşadı ve onlar başarı sağladıkça sadece yaşantımız değil; zihnimiz, hissiyatımız, alışkanlıklarımız, arzularımız ve yazık ki temel değerlerimiz de değişip başkalaşıyor.

Bugün kurduğumuz cümlelerin ardında artık ne insan yüzleri var ne de mimikler, ifadeler, anlamların simalara vuran izleri, işaretleri var! Sanki insanlar insanlarla değil, parmak uçları parmak uçlarıyla konuşuyor. İçten muhabbet değil, dıştan iletişim kuruluyor. Uzun uzun konuşmuyor, konuşamıyor, kısa yoldan giderek, kestirmeleri kullanarak, işaretleşerek yazışıyoruz artık.  Cümleler kısalıyor, kelimeler anlamlarını taşımakta zorlanıyor.

Bunca yanlışın içinde, bunca yanlışlığı hepimiz az veya çok üzerimize bulaştırmışken ve bunca kötülüğe seyirci yaşamak zorunda kalırken, içimiz tabiatıyla sıkılıyor.

Nasıl sıkılmasın yahu; insanın fıtratının bu kadar gurbetine düştüğü, bu kadar uzağında yaşamaya memur ve mecbur kılındığı başka bir zaman oldu mu daha önce şu yeryüzünde?

Evet, tarih kellelerin alındığı devirleri yazıyor ama göğüs kafeslerinden kalplerin çalınmaya çalışıldığı, kültürlerin bu kadar kısa sürede yerle bir edildiği bir zaman olduğunu sanmıyorum!

Öyle ya; bizim sözüm ona ceddimizden miras insanlık davasına, yeryüzünün mamur edilmesine dair nesilden nesile aktardığımız gayet tutarlı, esaslı, olgun bir ‘ortak tarifimiz’ vardı! Pratikte o tarifin zaman zaman dışına çıkıyor olmakla birlikte hak, hukuk, adalet, sevgi ve merhamet gibi kadim değerleri hem aklımızda hem sosyal hayatımızda asırlar boyunca daima canlı tuttuk.

İşte bizim bugün bu cephede kaybettiğimiz şey budur, zira biz bizi biz yapan o kadim değerleri kaybettik! İnsanın mutluluğunun her şeyin hep daha fazlasını elde etmesiyle mümkün olduğuna inanmaya başladığımız gün ise çözülmeye başladık. 

Sonuç olarak…

İnsan sadece şimdiki zamanı yaşar; evet ama şimdiki zamanını inşa eden, ona şeklini, kıvamını, rengini, dokusunu, hissiyatını veren geçmişidir, her şeyi ‘şimdi’ye bağlayan bütün o yolculuk, her şeye anlamını veren hikayesidir hayatın. Geçmişinizden koparsanız ağacınızın kökünü kuruttuğunuz için yarın tutunacak bir dalınız kalmayacaktır.

Farkındalık temennisiyle gerçeğin mayalandığı gönüllere selam olsun.