15 Nisan 1923
Afyonkarahisar artık bir isim olmaktan çıktı, on dört güne sıkıştırılan dolgun ve dasitanî zaferin başlangıcı oldu. Düşmana ilk yıldırım darbesi burada indirilmiş, üç senelik karanlığı parçalıyan fecirin ilk nurlu perdesi burada açılmıştı. Afyon – İzmir hattı artık yalnız bir şimendifer yolu değil başlıyan ve biten bir zaferin şanlı güzergâhıdır. Afyon ve İzmir, dört yüz kilometro ile ayrılan bu iki belde on dört günle birbirine birleşti. İstasyona yaklaşıp ta tren biraz yavaşlamaya başlarken ön dört günün başındaki bu zafer beldesine bakıyorum:
Siyahımsı, sarp, yalçın, yüksek bir hisar, şehri ezecekmiş gibi, hemen üstüne yıkılıverecekmiş gibi duran korkunç, haşyetli bir kale, nazarı yalnız kendine bağlıyor ve nazara başka bir şey göstermiyor.
Derler ki isimle müsemma arasında mutabakat aranmaz, derler ki eğer aransaydı “iğne”ye diken, “diken”e batan demek lâzım gelirdi. Fakat ben beldelerin isimlerile beldeler arasında çok defa manevî bir mutabakat olduğuna inananlardanım. Meselâ İzmir kelimesinin telâffuzundaki zenginliği, İstanbul kelimesindeki bolluğu, Ankaranın ismile cismi arasındaki mutabakatı bırakın; bu sefer gezdiğimiz yerlerde dahi şehirlerle isimler arasında bir rabıta olduğunu gördüm:
Adananın “T”sında o beldenin göğsündeki yümsekliği gösteren bir mana, Mersinin “S”ninde keskinlik ve telâffuzunda yenilik, Konyanın ahenginde derinlik ve tarihten bir koku vardı. “Afyonkarahisar”da ise böyle ince rabıtalar aramağa hacet yok; bu belde doğrudan doğruya isminin müsemması gibi duruyor: Kara bir hisarın altındaki bu şehre “Afyon” kelimesinin ilâvesi bile uygun düşmüş, hakikaten şehir bu hisarın altında afyondan felce uğramış gibi kendini göstermekten korkarak yatıyor. Vaktile kendisini himaye eden bu korkunç çehreli ve yalçın endamlı haminin haşin nazarları altında öyle bir büzülüşü ve gizlenişi var ki…
Lâkin ismi kara, hisarı kara, damlı evlerinin üstü kara bu beldenin ruhu ak: ismi afyonlu, tarlaları afyonlu, beldesi afyonla serilmiş gibi duran bu şehrin halkı hiç te uykuda değil, coşkun ve heyecanlı, bu halkın ruhundaki cuş ve huruşu Gaziye yaptıkları istikbal ile pek güzel anladık: Vaka burada gördüğümüz kalabalık diğer yerlerde de vardı, burada kesilen kurbanlar diğer yerlerde de kesilmişti, burada AYTAM Koleksiyonu 35 havayı dalgalandıran tekbirler ve tehlilleri diğer yerlerde de işitmiştik, burada kulakları dolduran ve ruhları sarsan alkışlar, şapaşlar, ve gülbankleri diğer yertlerde de duymuştuk, hatta aksine olarak burada intizam hiç muhafaza edilememişti, arkamızdaki insan seylâbesi bizi çiyniyecekmiş gibi taşkın ve intizamsızdı. Aksine olarak burada diğer yerlerde görmediğimiz müthiş bir toz vardı, istasyondan şehre kadar uzun caddeyi toz düman içinde, ter ve yorgunluk içinde geçtik. Lâkin bütün bunlara rağmen neydi o ruh ki hepmizi ağlatacak kadar tesirliydi?
Ben öyle sandım ki burada hançerelerden çıkan sesler daha derinden geliyor, buradaki hıçkırıklar daha titrek, ağlayışlar, alkışlar, çağrışışlar daha canlı ve daha sıcaktır. Bu satırları yazan ki ağlaması kıt bir adamdır, Adanaya girerken Antakyalıların karşısında gözlerinden yaş dökülmüştü, fakat Hisara girerken, nasıl oldu bilmiyorum, asabım boşandı, gayri ihtiyarî, kendimi tutamayarak, bir çocuk gibi fazla ağladığımı göstermekten utanarak, mendilim elimde, ruhumu dolduran, hazin, tatlı, anlatılmaz bir seyyalenin sıcaklığı içinde ağlıyorum, ağlıyorum: Yarabbi halk cuşişinin, halkın hududsuz, engin, ilâhi vecdinin ne mukavemet imkânı olmıyan kahir bir tesiri var.
Belediyedeyiz. Biz yorgun ve bitab dinleniyor ve Paşayı dinliyoruz, o her vakitki gibi hiç yorgunluk eseri göstermiyerek, eski kara, endişeli günlerin hatıralarından bahsediyor:
– O zaman da bu odadaydım, şu köşedeki yatakta yatmış, fakat bir türlü…
Dışardan lâyetenahi ellerin uğultulu alkışları geliyor, odaya giren birisi rica ediyor:
– Halk hep meydana toplanmış, sizi görmeden, nutkunuzu dinlemeden dağılmıyacak.
– Fakat sesim yok ki…
Aşağıya indik, kapının önünde görünür görünmez on binlerce ve on binlerce halkın elinden ve dilinden çıkan gülbank dakikalarca havayı sarstı, Paşa söze başladığı vakit bütün halk, yalnız geniş meydanı değil, sokakların içini, damların ağaçların üstünü dolduran bu nihayetsiz halk, semanın kubbeli mabedi altında huşua varmış bir cemaat gibi sustu.
Paşayı şimdiye kadar hep salonlarda, yahud Mersin belediye bahçesi gibi kapalımsı yerlerde dinlemiştim. İlk defa olarak o sesi böyle açık, geniş bir meydanda, sayısız halka hitab ederken duyacaktım. Tok, mat, tesirli olduğunu herkesin bildiği bu ses acaba kendini bütün bu cemaate işittirecek kadar gürbüz ve müsaid miydi? O sesi o gün orada eminim ki, en uzaktakiler bile duydu.
Bu nutuk karşısında, halkın alkış olsun diye değil, ruhtan gelen takdirini, bütün seyahat imtidadınca her yerde talâkatten, irticalden, dimağlara giden mantık, ruhlara giden heyecandan yuğurulan bu nutukları dinleyenler üzerinde yaptığı tesiri düşünüyorum: Halik ona askerî kudret verdi, idare kudreti verdi, âtiyi görmek kudreti verdi, ruhları anlayış ve ruhlara anlatış kudreti verdi, her biri bir adamı en büyük yapmağa kâfi gelen bu meziyetlerden başka bir de bu müthiş hitabet kudretile, düşünüyorum ki, o ne başlı başına bir âlemdir.
Ancak yedi sekiz gününüşehirlerde geçirdiğimiz kısa bir seyahatte, hiç tekerrüre düşmeksizin, bir söylediği cümleyi bir daha tekrar etmeksizin, bazıları iki saatten fazla süren on beş tane nutuk irad etmek; ve bunları hep kendine söylenen nutuklara cevaben âni ve tam manasile irticalî söylediği için hiç düşünmeğe, mevzuunu hazırlamağa vakit bulamaksızın söylemek; işte düpdüz kupkuru bir hakikat halinde ifade ediyorum: O, kudretini mevkiinden alan değil mevkiine kudret verendir.
Arabaların içinde, birbirine girift olmuş kalabalığı müşkülâtla yararak, ağır ağır, tavakkuf ede ede giderken sağ taraftaki evde pencerelere dolmuş bir sürü esir Yunan zabitinin şaşkın, patlak gözlerle, halkın mahşerine ve en önde Karahisarlıların selim bir zevkle süsledikleri arabadaki, sarı saçlı ve müşir formalı zata bakıyorlar ve şüphesiz hepsi de içlerinden “bizi yıldırım gibi vuran bu muydu?” diyorlar.
O gece hareket edeceğimiz için alelâcele elimi yüzümü yıkıyarak şehri gezmeye çıktım: Burada, nisbeten Konyadan daha çok cami ve minare var. Göke Konyadan daha çok dua çıkaran bu beldeye, ne çare ki feyiz daha az inmiş. Şehirden ve tepelerden ziyade şehirdeki hâlâ sıcaklığını kaybetmiyen harb hatıralarile meşgul oluyorum. Bizim asker şehre işte şu tepenin eteğini dolanan patika yoldan inmiş: İslâmlara bir nur olan bu inişin Rum, Ermeni, ve Yunanlılara nasıl âni bir yıldırım olduğunu bütün onların nasıl şaşkın ve korku içinde kaçtıklarını anlamalı ki müteaddid arabalı, otomobilli, çalımlı Yunan mümessili bile sırtına bir çuval yüklenerek yayan kaçmağa mecbur kalmış!
Akşamüstü Türkocağının çay ziyafetine gidileceği için ben Paşadan evvel oraya gittim. Türkocağı için sultanî mektebinin alt katından genişçe bir oda tahsis edilmiş, gencler sıkıntı içindeydi, ancak yirmi beş kişi alabilecek masanın küçüklüğünden ve çay takımlarının fakrından utanıyorlardı. Kendilerini temin ediyorum:
– Paşa zahire bakmaz, elverir ki ruhlarınız zengin olsun! İçeri telaşla bir genc girdi:
– Eyvah, Paşayla beraber Macar Başvekili de geliyormuş
Şimdi Macaristanın Başvekili değilse de Macar milliyetçilerinin başı olan bu sevimli misafir geldi amma, o odanın sadeliğine, masanın fakrına bakacak bir halde değil, Paşanın yanında bulunmak ve Paşayla konuşmak vecdi ona kâfi geliyor gibi. Macarların gönderdiği seyfi iftihar evvelce gelmişti, o şimdi ne için gelmiş? Diyor ki:
– Hocamızı görmeğe geldim, üstadımızı görmeğe geldim! Kendisine Afyonda bulunduğu müddetçe refakat tercümanlığı yapan bir zabit arkadaşımız anlatıyor; belki yüz defadan fazla tekrar ediyormuş:
Ah bizim de bir Mustafa Kemalimiz olsa, bizim de bir Mustafa Kemalimiz yetişse! Bunu dinlerken kendini tutamıyan bir genc hissini söylüyor:
– Ey Paşa, sen yalnız bu millete şeref değil başka milletlere de ümid oldun.
Not: Metin içindeki kelimeler ve noktalama işaretleri yazı aslından aynen alınmıştır.