Tarih ve güncel şahittir ki artık her kesime, her gruba, her düşünceye ve dahi her kuruma kene gibi yapışmış ahlaki zaaflarımız toplumu çürütüyor. Çünkü bu zaaflar gücü,parayı ve otoriteyi pompalıyarak hakkın gücünü değil, gücün hakkını önceliyor. Ama bu imitasyon güç sevdası ile semiren zihinler, sadece geçici dünya nimetini ve bu nimetlerin vazettiği malı,mülkü,parayı,makamı, şöhreti canına yük etmiyor; aynı zamanda bu toplumu bin küsur yıldır ayakta tutan; vazgeçilemez ve taviz verilemez ahlaki değerlerini de zehirleyerek geleceğin teminatı ve asıl sahibi olan gençlerimizin de “rol- model” hakkını da gaspediyor.
İşin, gençlik kısmındaki yansıması çok derin ve uzun bir konu olduğu için başka bir yazıya diyerek “neyi, nasıl zehirliyoruz” sorusuna cevap aramak istiyorum bu yazımda;
Hepimizin kabul edeceği gibi yaşadığımız çağa uyum olarak nitelendirdiğimiz medeniyet dediğimiz kavram, merkezine insan ve kainatı alan kozmoloji düşüncesine dayanır. Bu kozmolojik tasavvurun merkezine köklerinizden gelen ve sizi besleyerek geleceğe taşıyan kültürünüzü, inancınızı, değerlerinizi, manevi dinamiklerinizi entegre edemezseniz, seküler (sadece dünya hayatına odaklı) bir anlayışa sahip olur ve ait olduğunuz dinamiklerinizin yaşam konforunuza fısıldadığı paylaşım, kardeşlik, birlik ruhunu yitirir; modernite hapishanesinin tutsağı olursunuz ki bu tutsaklık sayesinde de gözünüz, kendinizden başka hiçbir şeyi görmez.
Toplumun büyük kesimi tarafından eş anlamlı olduğuna inanılan ama içerdiği anlam itibariyle birbirinden farklı olan medeniyet ve uygarlık kavramları tam da burada devreye girer. Zira medeniyet, dikey eksende (Medine gibi bir çöl şehrinden inşa edilen bilincin yansımasında da gördüğümüz üzere) manevi bir bilinci bir inşa ederken; uygarlık yatay eksende maddesel bilinci yani dünyevi kavramları işaret eder.
Ancak dikey tasavvurun yani medeniyet inşasının en tehlikeli tarafı-tarihte de sıkça görüldüğü üzere- dinsel terminolojiyi kullanarak Allah’ın temsilciliğine soyunan ve onun insanlığa gönderdiği vahyi kendi tekeline alan kabile mantığıyla hareket eden sultanlıklara dönüşme riskidir ki bunu İslam tarihinde Kerbela ile noktalanan süreçte çok bariz okuyabiliyoruz.
Çünkü kutsallık atfedilen kavramlar ile putperestlik kavramı arasındaki ayrım; o kadar ince bir çizgide seyreder ki bu ölçünün ucu kaçtığında adalet, iyilik, paylaşım, doğruluk, merhamet için gelmiş vahyin soluğu, Allah’ın gölgesi sıfatıyla dolaşan zorbaların menfaatleri için bir araç haline gelir.
Yatay tasavvur dediğimiz uygarlıkta ise; Allah,din,ibadet gibi kavramlar ya da bu kavramların işaret ettiği değerler ya dışlanmış ve dünya düşüncesi hakim olmuş; ya da paranteze alınarak soyut bir kavram olarak, mistik bir anlayışla insanlara sunulmuştur. Yani realitede bir izdüşüm, hayatın akışında bir varlık göremezsiniz.
Bu tasavvur sadece somut olan, elle tutulup gözle görülebilen maddi anlamda ilerlemenin sembolü haline geleceği için insan denen varlık bu sayede fıtratından, bu fıtrata kodlanan sevgi,merhamet, paylaşım ve adalet kavramlarından hızla uzaklaşarak kökleriyle bağını koparır.
Böyle bir anlayışta hemen tüm kutsallar; mistik kavramlara havale edilmiş, keramet ve insanüstü olarak nitelendirebileceğimiz olaylar gerçeklerin önüne geçmiş; rivayetler riayetlerin önün tıkamış; kutsallık gömleği giydirilen tüm kavramlar hayatın içinden alınarak belli zaman dilimlerine ve bonusu bol vakitlere havale edilmiş; hayatın içinde akması gereken ve topluma hayat vermesi gereken değerler ise bireysel konfor alanına indirgenmiştir.
İnsanı herşeyin merkezine alan ve ilahlaştıran paganizm; işte sözünü ettiğim bu tasavvurun çocuğudur. Deizm denen saçmalık bu algının baharı, ateizm yaz mevsimi, hiçcilik olarak anlatılan nihilizm ise bu algının sonbaharıdır.
Tüm bunlarla atılan tohumlar, toplumun hemen her kesiminde baş döndürücü bir hızla “ben” merkezi etrafında dönen ve yaşamı kendi Kabe’sini tavaf etmekten ibaret gören narsist kimliklerin inşasını sağlamaktadır. Zira atılan bu tohumlar sayesinde insan denen kavram artık fıtri ve ulvi melekelerinden yeterince uzaklaşmış ve gönderiliş gayesini ziyadesiyle unutmuş durumdadır.
Gerçeklik kavramını sadece bu dünyaya indirgeyen bu anlayış, önce kültür emperyalizmi sayesinde asimile ederek toplumları kültürlerinden uzaklaştırır sonra elimine ederek kainatta kutsallar da dahil ne varsa kendisi dışındaki tüm olguları kendi kontrolüne alarak sömürge olarak kullanır.
İşte bu yüzdendir ki hemen herşey bugün yoğun bir sis maskesi arkasında saklanıyor ve bizler sadece izin verildiği kadarını görebiliyoruz.
Oysa ki kelimelerin gücünü kullanan ve bizim ait olduğumuz iddiası ile kıvrandığımız, ancak neredeyse son 400 yıldır bu ruhu yaşamak yerine dillendirdiğimiz vahiy medeniyeti; hem yatay hem de dikey boyutta bir gelişmeyi içerir ki ecdadımızın bin yıl boyunca dünyaya hükmetmesinin altında yatan asıl sebep de budur. Çünkü hem yatay hem de dikey boyutta bir gelişme, dünyayla birlikte ahiret inancını da işler ve karşınıza teşekkürü kuldan beklemek yerine takdir görecekleri o muhteşem günün temsilcileri çıkar.
Bu sayede adım adım koşulsuz bir sevgi, katıksız bir merhamet ve amasız bir adaletle ilahi kodlamada “darüs-selam” diye tabir edilen bu dünya cenneti inşa edilir. Ama bu dünyada dil, din, ırk, renk, cinsiyet ayrımı yoktur ve cennet denen şey koşulsuz sevginin bir ödülü olarak ötekiye rağmen değil, öteki ile birlikte inşa edilir.
Aslında pek çoğumuzun bildiği ama belki de zihinsel konforunu bozmamak adına ötelediği bu açıklamalar ışığında günümüz dünyasına bakarak iman iddiasındaki bizlerin varlık imtihanını nasıl kaybettiğini; dikey ve yatay boyutta bir gelişmenin takipçisi olup hem dünyayı hem ukbayı inşa etmek yerine sadece dikey inşanın peşine düşerek yatay inşayı nasıl ihmal ettiğimizi ve sorumluluklarımızın ihmali sahiplik iddiamızın bizi hangi mecralara sürüklediğini hep beraber irdeleyelim;
Teknolojinin sınır tanımaz “yükselişi” ve önlenemez “tüketim maddesi” olarak kullanılmaya başlanması ile birlikte meydana gelen bir yarış ve koşturma bireylerin bilgiye çok kolay ulaşmasını sağlayacak imkânlar oluşturdu ve otuzbeş yaş üstü bireylerin tozlu kütüphane raflarında karıştırdıkları kalın kitapların içinde aradığı bilgi, “diploma mühründen kurtulup” serbest dolaşım hakkını elde etti.
Ancak geçmişte elde ettiği bilgiyle sevgiye, merhamete, adalete ulaşarak yaşadığı çevreyi gücü yettiğinde güzelleştirmeye çalışan insan türü için bu kolaylığın yaşam kalitesini daha çok artırması beklenirken tam tersi oldu. Çünkü yukarda sözünü ettiğim pagan anlayış, bunları ötelemeyi emrediyor, insana “benlik” çukurundan mutluluk fısıldıyordu.
Bu fısltıya kulak kabartan ve sosyo ekonomik bir ayrım olmadan hayatın her safhasında bilgiye ulaşan insanlık, şuuru boşaltılmış sürüler haline getirildi ve artık her yeni başlayan günle kendilerini nereye götürdüğünü bilmedikleri bir zaman tüneline direnmeden ve zerrece sorgulama ihtiyacı hissetmeden üstelik büyük bir heyecanla girmeye başladılar.
Düşünme ve hissetme melekelerini teslim etmekle başlayan bu yolculuk; dağınık ama birlikte olabilme özlemi ile dolu toplum kültürüne sahip olan insanı, yine birlik içinde ama bu kez “birbirinden ayrı” bir toplum kültürüne taşıdı.
Ama suda pişen kurbağa misali bu taşınmanın farkında bile olmayan insan, eskiden ulaşamadığı ve “çok kıymetli” olan bilgi deryasının ortasında bugün bir başına, şuursuz, sorumsuz ve yazık ki savunmasız halde ordan oraya savruluyor.
Bu savrulmanın farkına zaman zaman da olsa varan insan yanımızın özlemini duyduğu, genlerindeki o ilkel ve en saf hali ile barış içinde birlikte yaşama tarihinin yeniden dirilmesi gerekiyor ama televizyon kanallarımızın “dizileri”, sosyal medya hesaplarımızın “femonenliği”, elimizdeki gazetelerin “manşetleri”, ana haber bültenlerimizin “son dakika haberlerinin” ortaya koymak için adeta yarıştıkları ve “zenginlik, şöhret, para, lüks arabalar, yatlar,katlar,villalar, doymaz bilmez entrikalar, kimin elinin kimin cebinde olduğu belli olmayan ilişkilerden örülü” özendirici “lüks” yaşam algısı bu farkındalığı gizlemek için günün yirmi dört saati, yılın üç yüz altmış beş günü hiç durmadan çalışıyor.
İnsan ruhunun zayıflıklarından doğan merakları gidermek üzere denkleştirilen her türlü pornografik malzeme ile lüks yaşam alışkanlıklarının sonu gelmez reklamları içinde bizim baş ağrılarımızın, evlat endişelerimizin, geçim gailelerimizin, aşk yaralarımızın, kalp kırıklıklarımızın, heyecansız kalmalarımızın,toplumun içindeki manevi yangınlarımızın hiç yeri olmamasına rağmen toplumun ezici bir çoğunluğu efsunlanmış gibi gözlerinin önünden film şeridi gibi geçen bu hayatı çaresiz, etkisiz, kimliksiz izliyor.
Lütfedilen yaşama sımsıkı sarılmak; her anına en berrak dikkatlerimizle eğilmek, her ayrıntısının farkına varmak, her kıvrımını tanımak, sevmek yerine; hayatımızın kıyısından akıp geçen, bizde kalmayan, benliğimizde konaklamayan, bizim hiç olmayan bu illüzyonun, bu durduraksız, çılgın akıntının seyirciliğiyle harcıyoruz bütün zamanımızı.
Bundan olacak ki yaşadığımız çağın bütün insanlarının hikayesi neredeyse aynı artık. Kendilerine ait bir izleri olmadan savıp gidiyorlar hayat sıralarını. Bu kapan; hayatı istatistiklere,rakamlara, ulaşılamayacak hayallere hapsederek yok ediyor çünkü. Bu yokluğun sunduğu manasızlık; bereketsiz ve anlamsız bir yığın koşturmacanın içinde ruhlarımızı nefessiz bırakıyor ve başta kendi benliğimiz olmak üzere gitgide yabancılaşıyoruz her şeye.
Bir kitapta kaybolmaya, sıcak bir muhabbete ve durup öylece güzel bir manzaraya dalmaya bu yüzden vakti yok artık kimsenin. Kabul etsek de etmesek de anmaya çalıştığım bu zamanın kirini, karasını, zehrini hepimiz üstümüze başımıza bulaştırdık. Her geçen gün biraz daha kirleniyor, kararıyor, zehirleniyoruz ve herkesin bir ucundan çekiştirdiği gökkubemiz büyük bir çatırtıyla başımızdan aşağı düşmek üzere.
Peki çözüm ne?
Yukarda bu dünyadaki cennetin inşası için üç şart koymuştuk ortaya.
Neydi bunlar?
Koşulsuz sevgi, katıksız merhamet ve amasız adalet.
Bugün iman iddiamıza rağmen ve sevginin koşulsuzluk ilkesi “birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olamazsınız” nebevi ikazıyla imanın şartı olarak çağımızın göğsüne fısıldanmasına rağmen sevgimiz koşulsuz,merhametimiz katıksız adaletimiz amasız mı? Yazık ki hayır!
Zira bizim gibi düşünmeyen, bizim gibi giyinmeyen, bizim istediğimiz gibi davranmayan kişi sevgimizin “koşulsuzluğundan”, merhametimizin “katıksızlığından”, adalet anlayışımızın “amasızlığından” faydalanamıyor. Çünkü biz, sevgimizi de, merhametimiz de, adaletimizi de sadece “bizden” olanlara besliyoruz.
Sadece “biz” odaklı beslediğimiz sevgi,merhemet ve adalet ise doğal olarak “öteki” kavramını yaratıyor ve biz kendimizi kendi ellerimizle yarattığımız bu “öteki” üzerinden tarif ediyor; kendimizi onun beşeriyetinden kaynaklı olası kusur, yanlış, hata ve eksikleri üzerinden aziz ilan ediyor, imkan ve fırsat bulduğumuz taktirde “ötekiyi” al aşağı etmek için hiçbir kutsal tanımadan elimizden geleni yapıyoruz.
Bu davranış biçimi, sadece sevginin “koşulsuzluk”, merhametin “katıksızlık”, adaletin ise “amasızlık” ilkelerinin katline sebep olmuyor aynı zamanda topluma kısa sürede fesat ağaçlarına dönüşen fitne tohumları da ekilmesine sebep oluyor ve toplum bütünleşmek yerine ayrıştıça ayrışıyor.
Peki “koşulsuzluk” sıfatını yitiren sevgimiz, “katıksızlık” özelliğini yitiren merhametimiz, “amasızlık” vasfını yitiren adaletimiz sadece bu kadar mı hasar verdi? Bence hayır!
Sanırım yazmıştım; ama “hatırlatmak fayda verir” ilahi ikazınca yineleyelim;
Ehliyetsiz kişileri bizim doğrumuzun savunuculuğunu yapıyor diye sevmeye başladık, liyakatli adamlara bizim yanlışımızı eleştiriyor diye sövmek böylelikle normalleşti. Eleştirdiği için yerinden edilen ehil insanların boşluğunu da methettiği için ‘layık’ ilan edilen ‘ehliyetsizler’ doldurdu. Ehliyet ve liyakatin ölçüsü, işi yapabilme hususundaki kabiliyetiniz değil, işi elde edebilmek için eğilebilme potansiyeliniz oldu.
“Liyakat değil sadakat” ile başlayan bu hikâyemizde; ehliyetsizlere bizim derdimizin amigoluğunu yapıyor diye “iyi” dedik, ehillere bizim davamızın sloganını atmaktan imtina ediyor diye “kötü” dedik, bir de baktık ki ortada ne doğrudan eser kalmış ne güzelden bir haber! Öyle ya, menfaati için eğilmeyi maharet sananların insanlık davası için dik durmasını bekleyebilir misiniz?
Liyakat olmayınca emanet kayboldu, emanet yitince de adaletin yerinde yeller esmeye başladı.
Bakın halimize bugün; öyle bir hal aldık ki; kimsenin tefekküre, tenkide, ilme, hakikate tahammülü yok artık.
Soru belli ve tek:
Sen kimden yanasın? Bu kadar!
Bu fikriyat sabit olduğu için de, cenneti inşa edecek, yaşadığı çağa ayak uydurmak yerine çağı kendine ve değerlerine uyduracak dertlilere değil, sloganımızı atacak amigolara ihtiyaç duyuyoruz. Çünkü bilgi gayret istiyor, tefekkür ıstırapla oluşuyor, hakikat bedelsiz ele geçmiyor, derdi yüreğine yük etmek ise nasip meselesi.
Bugünkü toplumsal kavgamızın sebebi tam da bu işte!
Çünkü, fikrimiz yok; zira bilgimiz yok. Malumat da yetecek, ama o da yok.
Söylenene dair malumatımız bile olmayınca geriye bir tek şey kalıyor: “sözü söyleyene duyduğumuz sevgi yahut nefret.”
İşte bu yüzdendir ki bugün duygusu bizi tatmin ettiği için ihtiyaç duymadığımız basit bilgi kırıntılarının, sahte aidiyetlerin içinde ömür tüketiyoruz!
Farkettiniz mi iman etmenin önemli bir şartı olarak önümüze konan “koşulsuz sevginin” , ilk harfinden son harfine “katıksız merhameti” işaret eden ilahi kodlamanın, “ben adilim siz de aranızda adaletle hükmedin” diyen kudretin bizim gaflet ve delaletimiz ile bize neleri verip, aramızdan neleri aldığını?
Eşzamanlı olarak sürdürmemiz gereken uygarlık ve medeniyet çizgilerindeki sapma(lar)mızın geleceğimizin teminatı ve yarınımızın asıl sahibi olan gençlerimiz üzerindeki bıraktığı hasarı ise hayal ve düşünce dünyanıza bırakıyorum!
Farkı fark edebilme ve bu derdi yüreğimize yük edebilme temennisiyle!