Bir hafta sonu kaçamağı yapalım dedik, arkadaş grubu ile tur ayarlayarak iki gün bir geceliğine Kastamonu, Sinop illerine geziye çıktık. Ekim ayının güzelliğini Karadeniz’in şirin illerinde görmek istedik.
Sabah erkenden kalkan tur otobüsümüz Ankara’dan kuzeye doğru yol alırken; otobüste bulunan yolcularla henüz tanışmadığımızdan yabancı bakışlarla birbirimize nezaketen gülümsüyoruz. Yol boyunca etrafımızı seyrediyoruz. Çıplak dağların çevrelediği Çankırı kenti, Kızılırmak’ın kolları Acıçay ile Tatlıçay’ın birleştiği yerde kurulmuş. Şehir merkezinden, derelerin kenarından geçip gidiyoruz.
Çankırı’yı geçtikten sonra rehberimizin dikkatimizi çekerek gösterdiği Ilgaz Dağı’nı, dağ kümeleri arasında görmeye çalışarak ilerledik. Okul yıllarında öğrendiğimiz okul şarkısı dilime dolanıyor. “Ilgaz Anadolu’nun/ Sen yüce bir dağısın./Baharda yeryüzünde,/O cennetin bağısın.
Ortaokul yıllarına götürüyor bu şarkı. Müzik dersinde notalarını mandolin ile çıkartmaya çalıştığım yıllara. Ben okul yıllarına dalıp şarkıyı mırıldanasıya Ilgaz Dağını çoktan geride bıraktık. Yamaçlarında yemyeşil ağaçların bulunduğu engebeli arazi bize Karadeniz Bölgesine girdiğimizi gösteriyor. Mevsim sonbahar, ağaçların yaprakları hala yemyeşil, arada bir iki ağacın yaprakları kızıla dönmek üzere. Manzara müthiş, gözümüzün önünden kayıp geçiyor.
Mola veriyoruz, yol üstündeki dinlenme tesislerinde. Kaya tuzları, sarımsak, pirinç torbalarının da yer aldığı hediyelik eşyaların arasında bir çay içimi dinlenmeden sonra yola koyuluyoruz. Rehberimiz yolculardan kalan olmasın diye tek tek sayıyor koltuklarda oturanları. Otobüsün içinde, rehberimiz elinde mikrofonu ile birer birer hepimizi tanıtıyor. Tura katılanların profili, genellikle emekliler ve çoğunluğu kadınlardan oluşuyor. Daha önceki turlarda da karşılaştığım bu görüntü değişmiyor.
Kastamonu’ya giriyoruz. Geniş dere yatakları ortasında cılız suları görünce dere yataklarının genişliğine şaşıyorum. Rehberimiz; “ yağmurlarda bu dere yatakları dolup taşar, bakmayın böyle az aktığına” dese de dere yatağına evlerini yapan Karadenizliler geliyor aklıma. Ne yapsınlar adamlar, arazi engebeli düz yer yok. Geniş dere yatakları uzun süre yağmur almayınca boş arsa gibi cazip görünüyor demek ki.
Kastamonu isminin kökeni Sümerler zamanına dayanıyormuş. M.Ö. 18. yüzyılda bu topraklarda Sümerlerin uzantısı olan Gaslar yerleşmiş. Bu bölgeye “Gasların şehri” demek olan “Gas tumanna” olarak anılmış. Zamanla Kastamonu adını almış.
Başka bir rivayete göre, Türkler tarafından Kastamonu Kalesinin fethi sırasında Bizans Tekfur’unun güzel kızı Moni’nin yakışıklı Türk kumandanına tutulması, dadısı aracılığı ile duygusunu kumandana bildirmesi ve karşılık görmesi üzerine kale kapısının anahtarın kumandana teslim etmiş. Sonucunda, uzun süre kaleye giremeyen Türk askerleri aniden kaleye girince durumu anlayan Bizans Tekfur’u, kızı Moni’yi kale burcundan aşağı atar.
Türkler arasında söylenen “Kastın ne idi Moni” zamanla Kastamoni şeklini almış. Bugün Moni’nin aşağı atıldığı yer “Kırk Kız” türbesi olarak biliniyormuş. Kırk Kız denmesin sebep, “tam kırk parçaya ayrıldı” sözünü anlatmak içinmiş.
Dört bir yanı ormanlarla kaplı kadim şehir Kastamonu, zengin tarihi ve manevi mirası ile dikkat çeken bir şehir. Kalesi pek çok savaşa tanıklık etmiş, efsanelere konu olmuş artık yorulmuş, ebediyen dinlenirken başında dalgalanan bayrağı ile uzaktan bize “merhaba “diyor.
Evliyalar ve şehzadeler şehri diye tanıtıyor rehberimiz. Bu gittiğimiz yolun “İstiklal Yolu” olduğunu daha sonrasında öğreneceğim. Şimdilik bir şeyden habersiz gezimize odaklanıyorum.
Rehberimiz Kastamonu’da ilk ziyaret yerinin şapka müzesi olduğunu belirtti ve o yöne doğru otobüsümüz hareket etti. Büyük önder Atatürk’ün giydiği şapkalardan oluşan Türkiye’deki ilk ve tek Şapka Müzesi Mimar Vedat Tek Kültür ve Sanat Merkezinde yer alıyor. Atatürk’ün Şapka İnkılabını Kastamonu’da yapması ile birlikte, Cumhuriyet’in kurulduğundan günümüze kadar giyilen erkek ve kadın şapkalarından ve Atatürk’ün giydiği şapkalardan oluşuyor.
Şapkaları ile ünlü siyasetçilerimizden 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in şapkası ile eski Başbakanlardan Bülent Ecevit’in kasketi de yer alıyor.
31 Ekim 2008 tarihinde geçmişe bir başka açıdan ışık tutan kapsamlı bir kompleks olarak açılmış. Bu kompleks içerisinde 75. Yıl Cumhuriyet Müzesi, Şapka Müzesi, Dantel Müzesi, Atatürk Sergi Salonu, Bebek Evi Resim galerisinin de yer aldığı geniş bir alanda güllerle donatılmış bahçesi ile güzel bir yer.
Cumhuriyet Meydanına doğru gidiyoruz. Hükümet konağı, Türkiye’nin örnek gösterilen sanatsal mimarisi ile dikkat çekiyor. Tepelik bir yerde ağaçlar arasında Saat Kulesini görüyoruz. Kastamonu Kalesi gibi uzaktan bakmayı yeğliyoruz. Başka dikkat çeken bir yapıt daha var, o da Atatürk ve Şerife Bacı Anıtı. İlin en büyük meydanında yer alan anıt üç bölümden oluşuyor. Önde, Kurtuluş Savaşı’nda Türk kadınının kahramanlığının simgesi haline gelen Şerife bacı, ardında ise Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti Türk Toplumunu ifade eden figürler yer alıyor. Son bölümde Kuva-i Milliye güçleri temsil edilmekte.
Şerife Bacı; 1900-1921 yılları arasında yaşamış, Milli Mücadele için cepheye cephane taşırken donarak hayatını kaybetmiş Kurtuluş Savaşı Kahraman kadınlarından biridir. Şerife Bacı, Millî Mücadele döneminde deniz yoluyla İnebolu’ya kadar getirilen cephanenin Türk ordusuna ulaştırılmasında hizmet verdi. 1921 kışına girerken kasım ayında, kağnı ile cepheye mühimmat taşırken Kastamonu kışlası yakınında, yanındaki bir kaç aylık kızını ve mermileri korumak için kağnısına abanmış vaziyette donarak ölmüştür.
Anıtının önünde etkilenerek bakıyoruz, minnetle... Bol bol fotoğraf çekiniyoruz. Bize bu güzel yurdu bırakanların sayesinde geziyoruz, tarihi derin derin kokluyoruz. Bu alandan ayrılmak üzereyiz. Birden kadınlardan oluşan kalabalık basın toplantısı yapmak üzere anıtın önüne geliyor. Arkasına alıyor Şerife Bacı’sını, Atasının huzurunda; Kadın cinayetlerine ve kadına yönelik şiddete tepki gösteriyorlar. Çoğu genç ve öğrenci olan bu grubun siyah kıyafetler içinde, ellerinde pankartlar dikkat çekiyor. “Çocuk bedenime dokunma” .”Sıradaki ben miyim?”, “İstikbalimizi öldürdünüz”, “Suçu toplum hazırlar suçlu işler”, “ İnsan dediğin bir çuval etten mi ibaret? ” …
Günlerdir toplumumuzu yaralayan acı kayıpları ile tüm yurdumuzu hüzne boğan kızların öldürülmesini protesto ediyor kalabalık grup. Seslerinin duyulabilme dileği ve umudu ile otobüsümüze binerek alandan ayrılıyoruz.
Şehrin bir başka meydanına doğru yol alıyoruz. Otobüsümüz bizi yolun kenarında indiriyor. Rehberimizin elinde bayrak, kendisini takip ediyoruz. Kastamonu düzenli ve tertemiz görünüyor. Sahip olduğu kültürel değerler sayesinde 2018 yılında Türk Dünyası Kültür Başkenti olarak seçilmiş. Karadeniz’de uzun kumsallara sahip Kastamonu, yerel lezzetleri ile dikkat çekiyor. Yürüyerek Nasrullah Meydanına geliyoruz. Şehrin en işlek meydanı ve adını Nasrullah Camisinden alıyor. Osmanlı Dönemi eseri olan cami, manevi dokusu, şadırvanı külliyesi göz dolduruyor.
İstiklal Marşı Şairimiz Mehmet Akif Ersoy, İstiklal Savaşı sırasında bu camide vaaz vermiş. İstiklal Marşını da ilk defa bu cami de okumuş. Bu caminin avlusundaki şadırvandan su içenlerin yedi kere Kastamonu’ya tekrar geleceği söyleniyor. Afyonkarahisar Kalesine çıkanların yedi yıl şehirde kaldığı söylendiği gibi.
Nasrullah Meydanındaki çarşında dükkânlar yer alıyor. Sarımsak ve pastırmanın iştah açan kokusunu duyuyorsunuz. Dükkân önlerin tanıtım amacıyla bulunan stantlarında gelene geçene çekme helva dedikleri pişmaniye benzeri helvayı tattırıyorlar. Pastırmalar Kayseri’ye meydan okuyorlar), Taşköprü sarımsağı, taş baskı örtüler ve el sanatları ile gelen ziyaretçilerine hatıra ürünler satmayı amaçlıyorlar.
Öğle vakti yemek yemek üzere çarşının bitişindeki tarihi dokuya sahip Eflanili Konağına gidiyoruz. Bize burasının ünlü yemek listesini sunuyorlar. Ecevit Çorbasını merak ediyoruz. 700 yıllık bir geleneğin adı olduğunu öğreniyoruz. Atatürk’ün 1925 yılında Kastamonu’yu ziyaretinde kendisine Ecevit çorbası ikram edilmiş. Pirinç, et suyu ve yoğurtla yapılan, tereyağı ve kuru nane ile sunulan çorba, bizim bildiğimiz yoğurt çorbasını andırıyor. Bir de etli ekmek dediler. Çok ünlü olduğunu Konya’nın etli ekmeğine rakip gösterildiğini söyleyince onunda tadına baktık. Bildiğimiz etli ekmekten farklı bir lezzet. Daday yöresine ait etli ekmek, çok ince açılmış hamurun kıymalı harcı ile pişen gözleme tarzı taş fırında pişiyor. Bizim ocak bükmesi görünümünde. Banduma ve tirit yemeklerinin de tadına bakıyoruz.
Hava bozuk, yağmur yağacak. Akşam da olmak üzere, Kastamonu’nun Karadeniz kıyısında yer alan; Küre Dağlarının eteklerinde bulunan Abana’ya doğru yola çıkıyoruz. Geceyi burada bir otelde geçireceğiz. Sahil boyunca, yemyeşil orman bitki örtüsüyle çok güzel bir yer Abana. Deniz kokusu, Ege Denizinde, Akdeniz’de, Marmara’da aynı, sadece denizin rengi koyu gri... Kara yani. Boşuna Karadeniz denmemiş. Ve yağmur başlıyor. Denizin fırtınası, gök gürültüsü bütün hışmıyla bize” hoş geldiniz sizi kara iklimliler sizi” diyor. Ürkütücü manzara denize bakan otelimizde sabaha kadar şimşekler çakarak, gök gürleyerek, deniz köpürerek devam etti. Uyuyabilene aşk olsun.
Sabah kahvaltıdan sonra yola düştük. Havanın kızgınlığı geçmemiş daha. Uykulu gözlerle yollardayız. Otobüsün içinde hareketli müzik bizi uyandırdı diyebilirim. Yöre sanatçısı Azdavaylı Safiye olduğunu öğrendiğim, katıksız billur bir ses damarlarına işliyor.
Şırıl şırıl akıyor Kastamonu deresi,
Bana söyleyin dostlar İnebolu neresi?
Araç’tan bineceğim, Daday’da ineceğim
Beni bekleme yârim etli etmek yiyeceğim.
Böylece yörelerinin etli ekmeğinin reklamını da yapmış oluyor türküsünde. O kadar Konya’da bulundum, etli ekmeğini severek yedim de türkülere konu olmamasına şaştım.
Evet, İnebolu’ya gidiyoruz. Neşe doluveriyoruz bir anda. Yorgunluğumuzu, uykusuzluğumuzu unutup, hareketli müziğe eşlik ediyoruz. Çeşitli köyleri, kasabaları geçip gidiyoruz. “Ersizler Köyü” tabelası ilgimi çekiyor. Kastamonu’nun Küre İlçesine bağlı bu köyün tüm erkekleri Çanakkale Savaşında şehit düşmüş, köyde cenazeyi kaldıracak bir erkek kalmamış.
Kastamonu, milli Mücadele yıllarında Karadeniz’den gelen cephanelerin Anadolu’ya güvenli şekilde sevk edilmesinde önemli bir nokta olmuş. Yöre halkı bu güç ulaşım koşullarına rağmen mücadeleye destek vermiş. Bu olağanüstü cesaretin ve fedakârlığın sembol isimleri Şehit Şerife Bacı’nın, Halime Çavuş’un toprakları Kastamonu, Kurtuluş Savaşında işgal görmemekle birlikte en çok şehit veren üçüncü il olmuş. Aslında Kastamonu tarihin hiçbir döneminde işgal edilmemiş.
Yoğun duygularla yolumuza devam ediyoruz. Çevremizde gördüğümüz doğal güzellikler bizi etkilemeye devam ediyor. Daha ilerine ne göreceğimizi bilmiyoruz
Ülkemizin en dar kara gününde tarihin sunduğu görev ile bağımsızlığa giden yolda adını tarihe yazdıran İnebolu. İstiklalin anahtarı ile kurtuluş kapılarını açmaya yardımcı olan İnebolu’ya giriyoruz.
İnebolu, İyon şehri anlamına gelen İoniapolis’ten geliyor. Çok eski ve tarihi bir yerleşim yeri. Bir körfez değil, düz bir tarım arasisi hiç değil. Dümdüz sahil şeridi ve hemen akabinde başlayan dağlar var. Anadolu’nun Kırım’a deniz yolu ile en yakın yer olması, Karadeniz Dağlarının Anadolu’ya geçit veren vadisine denizden ulaşım için en yakın nokta olması özelliğini arttırıyordur. O kadar zayıf bir coğrafya ki, burada yerleşim yeri kurmak ya da yaşamak gerçekten akıl işi değil diye düşünülüyor. Eski yaşayanların bir çoğunun lakabının “deli” ile başladığını söylüyorlar. Hele bu coğrafyada balıkçılık yapmak bir çılgınlık... Limanda bile koca gemilerin battığı yermiş burası. Balıkçı teknelerinin her gün karaya çekilip her gün geri denize indirildiğini düşünün. Gecenin bir yarısı çıkan fırtınada kayıklarını karaya çekmek için koşanları.
Koşullar ne olursa olsun burada da insanlar yaşıyor. Bu ilkede en iyi denizciler İnebolu’dan çıkıyor. Zor yaşam şartlarına erkenden uyum sağlayan İnebolulu gençlerin çoğu kaptan, çarkçıbaşı, gemi adamı oluyor.” Coğrafya Karadeniz’in en zor coğrafyası. Nereye yerleşim yeri kurulmaz derseniz, İnebolu akla gelebilir.” diyor bir İnebolulu.
Çılgın Türkler Kitabının yazarı Turgut Özakman İnebolu için adının önüne “Yiğit” kelimesinin getirilmesi için yasa teklifi vermiş. Başka milletvekili de vermiş ama henüz bir gelişme yok. “Yiğitinebolu” yakışır da, İneboluluyu yiğit yapan sadece yaşam koşulları değil. Millî Mücadelede gösterdikleri dayanışma, yardımlaşma, fedakarlık adını tarihe yazdırıyor.
İnebolu’da ilk durağımız Türk Ocağı, 1925 yılında Şapka nutkunun okunduğu yer olarak tarihe geçen binada Kurtuluş savaşı ve İnebolu kültürüne ait birçok tarihi eseri görme şansımız oldu. Denize bakan tarihi binanın önünde, elinde şapkasıyla Atatürk anıtı, duvarında gururla sergiledikleri İstiklal Madalyası’nın fotoğrafı yer alıyor.
İstiklal Madalyalı tek İlçe unvanına sahip İnebolu, İstiklal Savaşı’nın başından sonuna kadar büyük bir gayret ve özveriyle insanüstü çabalarını ortaya koyarak binlerce ton silah, cephane ve askeri malzemeyi hiçbir ücret almadan karaya çıkartmışlar. Yaptıkları büyük hizmetlerle Kurtuluş Savaşı tarihinde şerefle yer tutan İnebolu kayıkçılarının kahramanlıkları Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından 11 Şubat 1924 tarihinde 66 numaralı kanunla Beyaz Şeritli İstiklal Madalyası ve Beratı ile ödüllendirilmiş.
İnebolu Kayıkçıları adına verilen İstiklal Madalyası ve Beratı, kayıkçıların şahsında bütün İnebolu halkına verilmiş bir madalyadır. İnebolu’nun topyekûn halkı Kurtuluş Savaşı’nda tüm varlığını ortaya koyarak yüklendiği büyük tarihi görevini şerefle yerine getirmiş yeni Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kurulmasında temel taşı olmuş bir yerleşim yeridir.
Kurtuluş Savaşı’nda İstanbul’dan kaçırılan tüm silah, cephane her türlü savaş malzemesinin ve Ankara ordusuna katılmak isteyen tüm subay, yazar, doktorların Anadolu’ya giriş kapısı olarak görev yaptı. Aynı zamanda Rusya gibi ülkelerin yardım amaçlı gönderdiği silah ve mühimmatlar, güvenli olduğu gerekçesi ile Kastamonu’nun İnebolu İlçesine getirilmiş. Gemiler, iskelenin düzgün olmaması nedeniyle limana yanaşamazken, açıkta demirleyen gemilerdeki cephane dolu sandıkların tahliye işini İnebolulu kayıkçılar üstlenmiş ve üç yıl boyunca durmadan “Denk” adını verdikleri kayıklarla taşımışlar.
Yöreye ait Denk kayıkları, o zamanlar İnebolu açıklarına getirilen harp malzemelerini kıyıya çıkartıyorlar, buradan kağnılar ve at arabaları ile İstiklal Yolu Üzerinden Ankara’ya gönderiyorlardı. Ulu Önder Atatürk, Kurtuluş Savaşı sırasında “Gözüm Sakarya’da, Dumlupınar’da; kulağım İnebolu’da “ sözü ile bu büyük mücadelenin önemine dikkat çekmiştir.
“İstiklal Yolu” diye adlandırılmış yol güzergâhı; İnebolu’dan başlıyor, Küre, Seydiler, Kastamonu, Ilgaz, Çankırı ve Ankara… 340 kilometre kağnılarla, at arabalarıyla tam üç yıl taşınan cephaneler…
Bu yolu yeniden canlandırarak yürüyüş ve bisiklet yolu olarak hayata geçirilmiş. Eski kağnı yolunun hala canlı kalan İnebolu – Küre – Kastamonu arasındaki en güzel bölüm doğaseverlerin hizmetine sunulmuş. Toplam 105 km’lik güzergâhın 10 km.si patika, geri kalanı kağnı yolu olarak ilerliyor. Her yıl Atatürk ve İstiklal Yolu Yürüyüşü düzenleniyor. Doğaseverlerin katıldığı bu yürüyüş İnebolu’dan Kastamonu’ya kadar 4 gün sürüyor.
Tur gezimizin diğer ile Sinop’a doğru giderken; kısa sürede derin izler bırakan yolculuğumun birinci gününde İnebolu mert ve cesur denizcilerinin geleneksel oyunlarını gözümde canlandırarak “Heyamola” haydi çek, ha gayret! Anlamına gelen sözcüğü hırçın denizin gönüllü kahramanlarına, Cumhuriyet için çaba gösteren İnebolululara selamlarımı yolluyorum.
Anadolu’nun neresine gitsem yolu İstiklâl’e çıkıyor, bu yol Cumhuriyet’e gidiyor…