"Selâm denizi coştuğundan gönüllerden kini giderir" diyen Mevlânâ yüz yıllar öncesinden yaydığı düşünceleri günümüze hâlâ yankı bulur, arayış içinde olan gönüllere süzülüp giriverir.
Hayranlığımın temelini atan, Edebiyat Öğretmenimin Mevlânâ’nın on birinci torunu olduğunu sonradan öğrendim. Derslerinde mutlaka Mevlânâ’ya, onun Mesnevi Şerif’ine yer yer verirdi. Bizlere Mesnevinin ilk on sekiz beyitini ezberletmişti. Mesnevi’nin ilk sayfasındaki ilk kelime ‘’Bişnev!’’ diye başlıyordu. ‘’Bişnev in ney çün hikâyet mîkoned/ Ez cüdâyîhâ şikâyet mîkoned…’’
Dinle Ney’den duy neler söyler sana,
Derdi vardır ayrılıklardan yana.
Kestiler sazlık içinden, der, beni,
Dinler, ağlar: Hem kadın, hem er beni.
Göğsü, göz göz ayrılık delsin de bir,
Sen o gün benden işit özlem nedir,
Her kim aslından uzak düşsün: Arar;
“Asl”a dönmekçin bir uygun gün arar.
Dost’a kâh yoldaş olup, kâh düşmana,
İnleyip sesler duyurdum her yana,
Dost olur -zannınca- her insan bana,
Sırlarım gel gör ki meçhuldür ona.
Sırlarım olmaz iniltimden uzak,
Her göz etmez fark, işitmez her kulak.
Saklı olmaz birbirinden can ve ten,
Canı görmekçin izin yok bil ki sen!
Bir ateştir, yel değildir ney sesi
Kim ateşsizdir: Yok olsun böylesi.
Sevgiden ağlar eğer ağlarsa ney,
Sevgiden çağlar eğer çağlarsa mey.
Ney o şeydir: Perde yırtıp perdesi
Dost edinmiş dosta hasret herkesi
Hem devadır ney denen şey hem zehir,
Bir bulunmaz arkadaştır: hemfikir.
Anlatır ney: Aşk-ı Mecnun’un nedir,
Kanlı bir yoldan haber vermektedir.
Müşteri ancak kulak: Söz satsa dil,
Ancak aşık akla mahrem, böyle bil!
Derdimizden gün zamansız dolmada
Her yanış bir günle yoldaş olmada.
“Geçti gün!” der, etmeyiz yersiz keder;
Var ol ey sen tertemiz insan! Yeter.
Yurdudur engin: Balık kanmaz suya,
Rızk eğer eksikse: Gün dolsun mu ya!
Anlamaz olgun adamdan, ham adam;
Söz hem az hem öz gerektir vesselam.
MEVLÂNÂ (1207 - 1273)
Lise yıllarından sonra bu şiir ve bunun gibi pek çok şiir Konya sokaklarında gezdirdi beni. Mevlânâ’nın dolaştığı yerleri hayal eder, ders verdiği İplikçi Caminin duvarlarında sesinin tınısını arardım. Bazen de Afganistan’ın Belh şehrine giderdim hayal dünyamın uçan halısına binerek. Çocuk Celâleddin’le tanışırdım. Babasını, annesini görürdüm sisli asırlar içinde. Yanlarında olurdum yaşadıkları dönemin şartlarında sonunu bildiğim yaşantılarında. İşte hayatının belli kesitleri O’nu Mevlânâ aşkın halleri...
Gönüller sultanı Mevlânâ 13. Yüzyılda Anadolu’da yaşamış asırlardır, eserleri, fikirleri çağını aşarak evrensel boyuta ulaşmış, tasavvufçu, ilahiyatçı ve Sufi bir mistik şair oluşu boşuna değildi. Mevlânâ Celâleddin Rûmî, 6 Rebîu’l-evvel 604 yani 30 Eylül 1207 de Afganistan’ın Belh şehrinde doğmuştur. Doğum tarihinin günü, ayı yılı bu kadar net oluşu beni şaşırtmış gibi görünse de, babası âlim, hukukçu olduğu için mutlaka çocuklarının doğum günlerini not ettiğini düşünüyorum. Yoksa daha düne kadar doğum tarihini tam olarak bilmeyen, bilinemeyen o kadar çok insanlar var ki şaşmamak elde değil. Asıl adı Muhammed Celâleddin’dir. ‘’Mevlânâ’’ ve ‘’Hüdâvendingâr’’ gibi lakaplar kendisine daha sonra verilmiş. Arapça bir kelime olan ‘’Mevla’’ sözcüğünden türeyen ‘’Mevlânâ’nın ‘’ anlamı; ‘’Mevla’mız, efendimiz ‘’ kelimesi, Celâleddin-i Rûmî’nin bir ismi olarak özdeşleşmiştir. Dini açıdan önder olarak görülen, İslam ilimlerinde başarı elde etmiş, esasında dini bir vurgusu olmayan saygı duyulan kişiye yönelik hitap biçimidir. Anadolu’da yaşadığı için de ‘’Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’’ diye anılacaktır.
Mevlânâ Celâleddin ’in annesi Belh emiri Rükneddin’in kızı Mü’mine Hatûn’dur. Anne tarafından soyu Hz. Ali’ye ulaştığı söylenmektedir. Babaannesi Harzemşahlar Hanedanından Türk prensesi, Melîke-i Cihan Emetullah Sultan’dır. Babası, ‘’Sultânü’l-ulemâ’’(Âlimlerin Sultanı) unvanı ile tanınmış Muhammed Bahâeddin Veled; büyükbabası Ahmed Hatîbî oğlu Hüseyin Hatîbî’dir. Babasının soyu Celâleddin Hüseyin Hatîbî yoluyla Hz. Ebû Bekir’e kadar ulaşmaktadır. (Bazı bilim adamları bu iddiayı kabul etmemektedirler. Babası için Harzemşah’tan anne soyunun olduğu iddiası da kronolojik nedenlerle kabul görmemektedir)
Babası Bahâeddin Veled, Necmeddin Kübrâ’dan feyiz alarak Belh’ten vaaz ve nasihat ile meşgul olan, ilahiyatçı, hukukçu büyük kitlelere hitap eden mistik bir bilgindir. Bahâeddin Veled’in, dönemin büyük bilginlerinden Fahreddin Râzî ile aralarındaki yaklaşım ve düşünce ayrılıkları yüzünden ve toplumsal bir kargaşadan çekinmesi sebebiyle; aynı zamanda yaklaşan Moğol tehlikesini de dikkate alarak Belh şehrinden göçmeye karar verir.
Göç kararı almasına en etkili sebeplerden biri de; Harzemşah hükümdarları Bahâeddin Veled’in halk üzerindeki etkisinden her zaman olmuştu. Çünkü o insanlara son derece iyi davranır, ayrıca onlara her zaman anlayabilecekleri yorumlar getirir, derslerinde kesinlikle felsefe tartışmalarına girmezdi. Bahâeddin Veled ile Harzemşah Hükümdarı Alaeddin Muhammed Tökiş (ya da Tekiş) arasında geçen bir olay; Bahâeddin Veled bir gün dersinde felsefeye ve felsefecilere şiddetle çatmış, onları İslam dininde var olmayan şeylerle (bid’at) uğraşmakla suçlamıştı. Ünlü İslam felsefecisi Fahrettin Razi buna çok kızmış ve onu Muhammed Tökiş’e şikâyet etmişti. Hükümdar, Razi’yi çok sayar ve ona özel olarak itibar ederdi. Razi’nin uyarıları ve halkın Bahâeddin Veled’e gösterdiği ilgi ve saygı bir araya gelince kendi yerinden kuşkuya düşen Tökiş, Belh kentinin anahtarını Bahâeddin Veled’e gönderdi. Bu, benim yerime iktidarı sen kullan anlamına gelen bir davranıştı. Söylendiğine göre bu davranışı ‘’Bir yerde iki sultan olmaz’’ diye karşılayan Bahâeddin Veled, bu yüzden göç hazırlıklarına başladı.
Mevlânâ Celâleddin-i doğmadan bir yıl yıl önce Moğol İmparatorluğunun kurucusu ve Kağanı olan Cengiz Han tahta çıkmış, Orta Asya’da 1215- 1220 yılları arasında Moğol işgalleri başlamıştı. Başlangıcı 1212-1213 yıllarına rastlayan bu göç; Bahâeddin Veled’in tüm ailesi ve bir grup müridi ve kitapları ile batıya doğru yöneltmiştir. Bir ara Belh şehrinden ayrılıp geri bu şehre dönseler de artık buralarda yapamayacaklarını anlayıp tekrar yollara düştüler.
Çocukluğu Yollarda Geçiyor
İran’ın Nişabur kentinde ünlü şeyh Feridüttin Attar onları karşılar. Bahâddin Veled ile derin konuşmalarını küçük Celâleddin’e ilgi ile dinler. Belh şehrinden göç ederlerken beş altı yaşlarında bir çocuk olan Celâleddin, o sıralar on üç yaşlarındadır. Celâleddin ‘in ilgisi, Feridüttin Attar’ın gözünden kaçmaz. Celâleddin’e, Esrarname (Sırlar Kitabı) adlı ünlü eserini hediye eder ve yanlarından ayrılırken küçük Celâleddin’i kastederek, yanındakilere ‘’Bir deniz, bir ırmağın ardına düşmüş gidiyor’’ dedi. Bahâeddin Veled’e de ‘’umarım yakın bir gelecekte oğlunuz âlem halkının gönlüne ateş verecek ve onları yakacaktır. ‘’ diye açıklama yaptı. (Mevlânâ, kendisine hediye edilen Esrarname kitabını her zaman yanında taşımış Mesnevi’sinde Attar’dan ve onun kıssalarından sıkça söz etmiştir. )
Kafile, Bağdat’a doğru yola çıktı. Bağdat’ta üç gün kaldı. Kûfe üzerinden hac görevini yerine getirmek için Arabistan’a yöneldi. Mekke’den sonra dönüş yolunda da Şam’dan Anadolu’ya geçti. Malatya, Erzincan ve Akşehir üzerinden Karaman’a kadar uzanmıştır. Karaman’da (Larende) konakladılar. Gittiği yerlerde, konakladıkları her şehirde saygı ve hürmetle karşılandılar, vaaz dersleri verdiler. Kaynağı ırmak olan deniz, gün geçtikçe büyüyor, babasının ve çevresinin etkisiyle durmadan gönüllere verilecek ateşin korlarını biriktiriyordu.
Karaman’da ki konaklama yedi yıl sürdü. On sekiz yaşına gelmiş olan Celâleddin, Belh şehrinden beri kendileri ile beraber göç eden Semerkant’lı Lala Şerafettin’in kızı Gevher Hatun ile evlendi. Oğulları Mehmet Bahâeddin (Sultan Veled) ile Alaeddin Mehmet Karaman’da doğdular. (Gevher Hatun’un vefatından sonra; Konyalı İzzettin Ali’nin kızı Gerâ Hatun ile ikinci evliliğini yapmış. Bu evliliğinden de Muzaffereddin Emir Âlim Çelebi adlı bir oğlu ve Fatma Melîke Hatun adlı bir kızı dünyaya gelmiştir.)
Konya’ya Geldiğinde Yirmi Bir Yaşındadır.
Selçuklu Sultanı 1.Alaeddin Keykubat, sonunda Bahâeddin Veled’i ve Celâleddin’i Konya’ya yerleşmeye ikna etti. Selçuklu Sultanı 1. Alaeddin Keykubat’ın daveti üzerine Bahâeddin Veled, ailesi ve yakınları ile birlikte 1228 ‘de Konya’ya gelirler. Altunapa Medresesine yerleşirler. Celâleddin, 21 yaşlarındadır. Bahâeddin Veled Konya’da ders vererek, vaaz ederek günlerini geçirir. Başta hükümdar olmak üzere saray adamları, ordu ileri gelenleri, medreseliler ve halk Bahâeddin Veled’e büyük saygı ile bağlanıyor, müridi oluyorlardı. Bahâeddin Veled, Konya’ya geldikten iki yıl sonra 1231 yılında öldüğünde Selçuklu Sarayının gül bahçesi denilen yere defnedildi.(Bugünkü Mevlânâ Türbesinin olduğu yer) Hükümdar yas tutarak bir hafta tahtına oturmadı. Kırk gün, imarethanelerde onun için yemek dağıtıldı. Bahâeddin Veled’in bilinen tek eseri tasavvufi hakikatleri anlattığı Maârif adlı eseridir. Bahâeddin Veled, gerek ilmi, gerekse toplumsal bakımdan yükse şahsiyete sahipti. Celaleddin doğduğunda altmış yaşında idi. Bundan dolayı onun ilmi, çevresi, mücadele ve tecrübeleri ile Mevlânâ’nın ilkokuludur.
Celâleddin, Mevlânâ Olarak Anılmaya Başlıyor
Bahâeddin Veled’in vefatından sonra, Celâleddin; babasının vasiyeti, sultanını buyruğu ve Bahâeddin Veled’in müritlerinin ısrarlı ricaları sonucu Celâleddin babasının yerine geçti. Bir yıl süreyle dersleri vaazları o verdi. Bahâeddin Veled’in öğrencilerinden Tirmizli Seyhid Burhaneddin Muhakkık ile buluştu. Tirmizli (Tirmiz, bugün Özbekistan’dadır) olduğu için ‘’Tirmizi’’ diye anılan Burhaneddin, Bahâeddin Veled’in vasiyeti, lalalık ve atabeklik geleneğine göre hocasının emaneti olan Mevlânâ’nın eğitimi için Konya’ya gelmiştir.
Konya’daki bu buluşmada genç Celâleddin’i o çağda geçerli olan bütün İslam bilim dallarından sınava soktu. Gösterdiği başarıdan sonra ‘’bilgide eşin yok, gerçekten seçkin bir ersin. Ne var ki baban hal ehli (gönül ve ruh) adamı idi; sen kal ehlisin ( söz adamı) Kal’i bırak onun gibi hal sahibi ol. Buna çalış, ancak o zaman onun gerçek varisi olursun. Ancak o zaman güneş gibi âlemi aydınlatabilirsin’ ’dedi ve Mevlânâ’nın tasavvufi-manevi terbiyesini üstlendi. Bu uyarıdan sonra Celâleddin dokuz yıl boyunca Burhâneddin Muhakkık Tirmizi’ ye müritlik etti, seyr-ü sülük (manevi yolculuk) denen tarikat eğitiminden geçti. 1233 yılında Mevlânâ’nın Seyhid Burhâneddin Muhakkık Tirmizi ile birlikte Halep’e gitti ve burada Halâviye medreselerinde büyük Hanefi âlimi Kemâleddin b. Adim’den ders aldı. Mevlânâ o döneme ait önemli ilmî kitapların çoğunu ders olarak okutmuş ya da kendi kendine okumuştur. Hadis ve fıkıh ilimlerinde, edebiyat ve felsefede üstâd olmuştur. Halep’ten sonra Şam’a geçmiş, burada da dört ya da yedi yıl kalmış. Mukaddemiye Medresesi’nde ikamet ederek bu medresede daha sonra eserlerinde birçok kere bahsedeceği üzere Hanefî fıkhına dâir Burhâneddin el-Merginânî’nin Hidâye eserini okumuştur. Bu yıllarda Muhyiddin İbnül-Arabî, Sâdeddin el-Hameyi, Şeyh Osman er-Rûmî, Evhadüddin Kirmânî ve Sadreddin Konevî gibi büyük âlim ve fikir adamları ile görüşmüş, onlarla sohbet ortamlarında bulunmuştur.
Neden Beni Bırakmıyorsun?
Halep ve Şam’da öğrenimini tamamladıktan sonra dönüşte Konya’da hocası Tirmizi’nin gözetiminde art arda üç kez çile çıkarttı, riyazete (her türlü perhize) başladı. Hocası artık Kayseri’ye dönmek istiyor, Mevlânâ onu bırakmıyordu. Günün birinde Tirmizi öğrencisinden habersiz yola çıktı ama yolda atı tökezleyip düşünce ayağını incitti. Dönüp Konya’ya geldi ve Celâleddin’e ‘’neden beni bırakmıyorsun?’’ diye sordu. O da hocasına ‘’neden gitmek istiyorsun?’’ dedi. Tirmizi; ‘’ buraya güçlü bir gönül aslanı yöneldi sana gelecek ben de bir din aslanıyım biz birbirimizle geçinemeyiz, birbirimize ağır geliriz. ‘’ Bu açıklamadan sonra Tirmizi Kayseri’ye gitti ve 1241’de orada vefat etti.
Celâleddin bir süre Konya’ya yönelecek o gönül aslanını bekledi. Ne var ki hocasını unutamıyordu. Bütün kitaplarını ve ders notlarını topladı Fihi- Ma Fih (Ne Varsa İçindedir) adlı eserindeki açıklamalarında sık sık hocasından alıntılar yaptı. Beş yıl boyunca medrese fıkıh ve dinbilim okuttu, vaiz ve irşatlarını sürdürdü. Burhâneddin Tirmizi’nin yanında geçen dokuz yıllık zaman, onu iç âleminde cereyan edecek hadiseler için de hazırlamıştır.
Şems-i Tebrizi ile Karşılaşıyor
1244 yılında Konya’nın ünlü Şeker Tacirleri (Şeker Furuşan ) hanına baştan ayağa karalar giymiş bir gezgin iner. Bu gezginci Şemseddin Muhammed Tebrizi (Tebrizli Şems) idi. Yaygın inanca göre Ebubekir Selebaf adlı Ümmi bir şeyhin mürididir. Gezginci bir tüccar olduğunu söylüyordu. Sonradan Hacı Bektaş-i Veli’nin ‘’Makalat’’ ( Sözler) adlı kitabında da anlattığı gibi bir aradığı vardı. Aradığını Konya’da bulacaktı. Gönlünden böyle geçer. Yolculuk ve arayış bitmişti. Mevlânâ, ders saati bitiminde İplikçi Medresesinden çıkmış, atının üzerinde danişmentleri (medrese öğrencileri) ile birlikte ilerlerken garip görünümlü biri, Mevlânâ’nın yolunu keser, atının dizginlerinden tutarak durdurdu ve Mevlânâ’nın hayatını değiştirecek şu soruyu sorar. ‘’Hz. Muhammed mi büyüktür, yoksa Bayazıd-ı Bistâmî mi?’’ bu soruyu soran Tebrizli Şems’ten başkası değildi. Mevlânâ yolunu kesen bu garip yolcudan etkilenmiş sorduğu sorudan dolayı şaşırmıştı. ‘’Bu nasıl sorudur?’’ diye kükredi.
İki Deniz Buluşuyor
Mevlânâ, kızgınlıkla soruya cevap verir. ‘’ Tabi ki peygamberimiz (SAV) büyüktür. O ki peygamberlerin sonuncusudur. O’nun yanında Bayazıd-ı Bistâmi’nin sözü mü olur?’’ Bunun üzerine Tebrizli Şems; ‘’ Neden Muhammed kalbim paslanır da bu yüzden Rabb’ime günde yetmiş kez istiğfar ederim diyor da, Bayazıd ‘kendimi noksan sıfatlardan uzak tutarım, cüppemin içinde Allah’tan başka varlık yok diyor. Buna ne dersin?’’ yani ‘’ ulaşılabilecek en son noktaya vasıl olduğu halde peygamberimiz ‘’Ya Rab, seni hakkıyla bilemedim’’ derken ondan daha düşük makamlara ulaşan Bistâmî ‘’Benim şanım en yücedir’’ dedi. Mevlânâ, bu soru karşısında sarsılsa da soruyu cevapsız bırakmadı. ‘’Hz. Muhammed’in hafzalası bir okyanus misali ilahi feyz ve marifeti almakta ama yine de dolup taşmamaktadır. Muhammed her gün yetmiş makam aşıyordu. Her makamın yüceliğine vardığında önceki makam ve mertebedeki bilgisinin yetmezliğinden istiğfar ediyordu. bu sebeple o ilahi rahmete mazhar oldukça Allah’ın büyüklüğünü daha çok idrak etmekte, kul olarak kendi acziyetinin de daha çok farkına varmaktadır. Oysa büyük bir veli olan Bayazıd-ı Bistâmî göl misali dolup taşmakta ve bu taşkınlıkla kendini kaybetmektedir.’’
Tebrizli Şems bu yorum karşısında ‘’Allah, Allah’’ diye haykırarak onu kucakladı. Evet, aradığı O’ydu, kucaklaştıkları, buluştukları nokta Merec-el Bahreyn (iki denizin buluştuğu nokta) diye adlandırılır. O anda sanki iki deniz burada birbirine karışıvermişti. Kur’an-ı Kerim’in Rahman Sûresi 19. Âyetinde buyurulan Merec-el Bahreyn burada tecelli etmişti sanki. Birbirlerini ezelden tanıyan iki dost gibi kucaklaşmalarından sonra birlikte Mevlânâ’nın ev olarak ikamet ettiği medreseye doğru yürümeye başladılar. Buluştukları nokta benim de her zaman ilgimi çekmiştir. Denizi olmayan Konya ovasında iki denizin buluştuğu yerde dururum manevi okyanusa dönen atmosferi yeniden yaşamak isterim.
Aşk Hocası. Hem Maşuk, Hem Âşık
Mevlânâ ile Şems-i Tebrizi’nin dış dünyaya kapalı olan bu beraberliği iki üç ay kadar sürmüştür. Mevlânâ’nın hayatına bir güneş doğmuştur. Mevlânâ’nın dostları, ailesi, öğrencileri, müridleri bu yakın dostluğu kaldıramamış, Şems-i Tebrizi uzaklaştırmak istemişlerdir. Sonunda bu dostluk ve arkadaşlığın temelindeki sırrı anlayamayan insanlar düşmanca tavır ve davranışlarıyla Şems’in Konya’dan ayrılmasına sebep olurlar. 1246 da ayrılan Şems’in yokluğu Mevlânâ’yı derinden etkiler. Derin bir üzüntü ve sessizliğe bürünür, dış dünyaya kapılarını kapatır. Daha sonra oğlu Sultan Veled, Şems’i Şam’da bulur, babasının mektubu ile tekrar Konya’ya davet eder. Şems-i Tebrizi’nin dönüşü büyük sevinç gösterilerine, semâ meclislerinin tertiplenerek kutlamalara dönüşse de bir süre sonra yine halk ve müridleri arasında hoşnutsuzlar baş gösterir. 1247 de Şems yine kaybolur. Çeşitli rivayetler arasında akıbeti bilinmez.
Mevlânâ o günden sonra hayatında önemli bir yeri olan büyük dostunu kaybetmenin üzüntüsü ile coşkun şiirler söylemeye başlar. Dîvân-ı Kebir’deki Şems mahlaslı şiirleri genellikle ıstıraplarla ve ayrılık hasretiyle kendinden geçtiği dönemde oluşmuş ilâhi aşk ve sırların ifade edildiği eserleri ortaya koymuştur. Konya kuyumcular çarşısında Mevlânâ’nın bir kuyumcu dükkânından duyduğu çekiç darbeleri ile vecde gelerek çarşı ortasında semâ’a başlaması; Allah’ın, sevgilisinin ve aşkın sırrı etrafında daimi dönüş ve bir devrandır. Mevlânâ coşkun aşkını müzik ve semâ ile anlatıyor, gösteriyordu. Bu anlamda onun yolunun en gözde özelliklerinden biri olan semâ, bütün kâinatı kucaklayan bir ayin ve zikirdir.
1273 yılında ansızın hastalanan Mevlânâ’nın yakıcı bir hummaya yakalandığı, birçok hekim tarafından tedavi edilmeye çalışılmasına rağmen bu çabalar fayda etmemiştir. Hayatının son günlerinde hastalığı iyiden iyiye artmış hanımının; ‘’efendimiz, ne olurdu dört yüz yıl yaşasaydınız da âlemi hakikatlerle doldursaydınız’’ demesi üzerine ‘’niçin? Niçin? Biz ne Firavun’uz, ne de Nemrud’uz. Bizim bu toprak âlemiyle ne işimiz var? Bize bu toprak âleminde huzur ve karar nasıl olur? Biz birkaç mahpusun kurtulması için bu dünya zindanında hapis olmuşuz. Pek yakında Peygamberimiz ’in meclisine ulaşmamız umulur. Toprak âlemi nerede? Temiz cevher nerede? Biz ne için aşağı indik. Bu zindanın kapısını açınız, bu ne biçim yerdir. Ortada zavallıların menfaatleri olmasaydı bu toprak meskeninde bir an bile bulunmazdık. Ben insanlara menfaatim olsun diye bu dünya zindanında kalmışım. Yoksa hapishane nerede, ben nerede? Kimin malını çalmışım ki mahkûm olmuşum’’
Mevlânâ Celâleddin Rûmî 5 Cemâziye’l-Âhir 672 (17 Aralık 1273 tarihinde vefat eti. Gün batımından biraz önce Hakk’ın rahmetine kavuşmuştur. ’Bizim mezarımızı yeryüzünde aramayınız, bizim mezarımız ariflerin gönlündedir’’ diyerek Allah’a, gerçek sevgilisine kavuşmanın gönül hoşluğu içindedir. Yaradan’a kavuştuğu o geceye Şeb-i Arus (Düğün Gecesi ) denmiştir.
Mevlânâ’nın cenaze namazını, vasiyeti üzerine Şeyh Sadreddin Konevi kıldırıldığı, bir rivayete göre de Şeyh Sadreddin namazı kıldırmak üzere tabutun başına geçtiğinde kendinden geçerek bayıldığı, namazını Kadı Sirâceddin’in kıldırdığı söylenir.
Hz. Mevlana; ‘’Ben diyen insan bir damladır, biz diyen insan ummandır.’’
“Güneş gibi ol şefkatte, merhamette./Gece gibi ol ayıpları örtmekte.
Akarsu gibi ol keremde, cömertlikte./Ölü gibi ol öfkede, asabiyette.
Toprak gibi ol tevazuda, mahviyette./Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol” diyerek İnsanları tanımada ve sevmede her zaman bir ölçü olmuştur. ‘’Ümitsizlik köyüne girme, ümitler vardır, karanlığa doğru yürüme güneşler vardır’’ diyerek insanın gönlüne hitap eder, çünkü onun amacı gönülleri imar etmektir.
'AY' doğmuyorsa yüzüne/ 'GÜNEŞ' vurmuyorsa pencerene,
Kabahati ne GÜNEŞ'te, ne AY'da ara;/ Gözlerindeki PERDE'yi arala…
Hz. Mevlânâ
“Muhabbetle acılar bal olur, dertler şifa bulur” diyen Mevlâna her yıl olduğu gibi Aralık ayının 17’sin de Konya’da bu yılda “Muhabbet Vakti” Düğün Gecesinde anılacak. Sadece Konya’da değil, Afyonkarahisar’ da da etkinliklerle anılan Şeb-i Arûs 7-17 Aralık arasında 751. Vuslat Yıldönümünü idrak edecek.
Eserleri: Mesnevi, Divân-ı Kebir, Mektûbât, Fîhı Mâ Fih, Mecâlis-i Seb’a
Kaynak: Mesnevî-i Şerif Mevlânâ Uğur Tuna Yayınları