AĞABEYİM ÂDEM’İN ÖLÜMÜ



Vefatının 3. Sene-i devriyesi.



Hayrettin DURMUŞ



Âdem ağabeyimin ani ölümüyle sarsıldık. Kaderde senin acını da eklemek varmış acılarımıza. Adını anarken bile yaşarırken gözlerim ne yazabilirim ki? Deli yüreğin bir anda nasıl sustu? Seni nasıl verdik karlı buzlu toprağa? Çağırsam uyanacak gibiydin… Sahiden göçüp gittin mi buralardan? Biliyor musun hepimizden önce kavuştun anneme… Giderken bir dağ yükledin sırtımıza, bir ateş düşürdün içimize…

Gurbette yaşayanların gözü yolda, kulağı sestedir. Kara haberler bağrında oyuklar açar insanın. Bu sefer de öyle oldu. Gece yarısı zorlukla bilet bulabildiğimiz bir otobüse binip eşimle birlikte düştük yollara…



Karları kürüyüp yol açmışsın insanlara. Üşümesin evdekiler diye kovaları doldurmuşsun. Memurluktan kalma alışkanlıkla tıraşını da olmuşsun o soğuk kış gününde. Derken başın dolanmış. Nereden bilecektin Azrail’in yokladığını. “Tansiyonum düşmüştür.” diye gitmişsin hastaneye. Serum takılmış. Sen yanındakilere “Gidin, ben serum bitince gelirim.” demişsin. Birdenbire olmuş her şey. Doktorlar toplanmış başına. Ne yapsalar boş. Tepki vermemişsin bir türlü. Hayatta acılara nasıl dayandıysan Azrail’e de öyle can vermişsin gıkın çıkmadan. Çınar gibi ayakta gitmişsin dünyadan.



Sala okundu minareden. “Yıldırım mahallesinden emekli polis memuru…” dediler, gerisini dinleyemedim.   Yağan kar soğutmadı içimi. Nefesim alev olup yağan karı yakacak zannettim.



Temelli ayrılırken son kez göreyim istedim yüzünü. Hafif bir gülümsemeyle bakıyordun bize…



Arkadaşlarını gördüm mezarlıkta. “Kendi gidip ahbapları kaldı.” dedim içimden.

Herkes dağılıp gitti. Senin fırtınalı hayatın geçti gözlerimden… Küçük yaşta evden gidişin, otobüslerde muavin oluşun, Kurucaşile-Tavşanlı’daki okul yılların, askerliğin, askerliğin dedim de sana gönderecekleri mektupları bana yazdırırdı annem. Babamın öldüğünü duymayasın diye annemin tembihiyle babamdan da selam eklerdim çocuk aklım ermeden. Kırklareli Lüleburgaz’daki askerliğin bitti. Çıkıp geldin bir gün. Babamı sordun gelir gelmez. Anacığım bir sofra serdi önüne hiç konuşmadan. Sen atıştırdın bir şeyler sonra annem başladı ağıt yakmaya. O zaman anladın babamın öldüğünü. Şimdi biz de senin o anki şaşkınlığını yaşıyoruz başucunda.



Bir de Çukurcak’ta tursit bir kız getirmiştin evimize. Adı;  Linda. Onu hatırlıyorum. Bir konserinde “Sarı Kız” türküsünü istemişsin Neşet Ertaş’tan. O da kırmamış seni… Saçların uzundu o zamanlar. Herkes sana “Tarık Akan” derdi. Ailemizin yakışıklısıydın…



Askere giderken evdeki un çuvallarına yaslanıp ağlaman geliyor gözlerimin önüne; biz de üzülüp koluna, bacağına sarılıyoruz. Üzerinde sarı lacivert bir kazak var.

Düğünün oldu, biz daha çocuktuk. Denizli’ye çalışmaya gittiğin bir zamanda bekçilik imtihanına girmişsin, bekçi olmuşsun. Ardından polis. Ben yatılı okulda Ankara’daydım o zamanlar. Staj için Samsun’a gittiğimizde sen de polis okulunda eğitim alıyordun. Orada buluştuk abi kardeş. Hasretimizi gurbette giderdik.

Sarıkamış’ta askerken izne geliyordum, sen Erzurum’daydın. Garajda buluşup dertleştik… Erzurum’dan Ankara’ya gittin. Başkentin asayişi senden sorulmaya başlandı...



Son yolculuğuna uğurlamak için köye geldiğimizde Hitit harabelerini andıran eski evimize de uğradım. “Evimizin önü ördekli kazlı / Biz de bir ev idik gelinli kızlı” ağıdı düştü gönlüme. Sanki evin önünde güneşleniyor gibiydin ayaz bir kış gününde.

Her birimiz bir yere dağıldık. Yıllar yılları kovaladı. Senin fırtınalı hayatın konuşuldu aile meclislerinde… Artık fırtına dindi, kabına sığmayan o deli yüreğin sustu. Biz kaldık dünya acıyla…