Afyonkarahisar’a her geldiğimde mutlaka birkaç kere önünden geçtiğim ilkokulum.  Kısa bir bakışla önce bahçesini, sonra koyu beton renkli binasını seyrederken;  bahçesinde oynayışım,  sıra olup girişim, hayal meyal hatıralarla ilkokula başlama yıllarım süper hızla kayıp giderdi düşüncelerimden.

Marulcu mahallemizde oynadığım arkadaşlarımın hepsi okula gidiyordu. ‘’Ben de gideceğim’’ diye tutturduğumu hatırlıyorum. Afyonkarahisar’da ne kadar İlkokul varsa gidiyoruz amcamla, hiçbir okul kaydetmiyor beni. Sümer İlkokulu, Kadınana İlkokulu, Gedik Ahmet Paşa İlkokulu, evimize uzak olmasına rağmen Cumhuriyet İlkokulu, Dumlupınar İlkokulu, Kasımpaşa İlkokulu, yaşım küçük diye almıyorlar. Ben çaresiz arkadaşlarım okuldan gelinceye kadar mahallemizde tek başına oynuyorum. O zamanlar bana uçsuz bucaksızmış gibi gelen marul tarlalarının, haşhaş tarlalarının arasında envaiçeşit çiçeklerin,  baba ballarının, gelinciklerin, elimi ayağımı ısıran boyuma yaklaşan ısırgan otlarının, dikenli çiçeklerin içinde;  uçan kelebeklerin, uğur böceklerinin arasında arkadaşlarımı beklerdim.  Okuldan gelecekler ip atlayacağız, beş taş, seksek, top, evcilik, körebe oynayacağız. Oğlanlar, bilye, oynayıp uçurtma uçuracaklar, topaç çevirecekler henüz asfaltlanmamış sokaklarımızda tellerden, tahtalardan yaptıkları oyuncak arabalarını sürecekler, çember çevirecekler. Sadece çocuklar mı? Büyük ablalar, ağabeyler akşamın geç vakitlerine kadar; çocukları kıskandıracak neşeyle onlarda kendi oyunlarını oynayacaklar.
 Memet Emminin evi vardı, uzaktan görünen mahallenin en yüksek katlı evi. Baktığım zaman başımı döndürürdü yüksekliği.  Üç katlı, her kata dışarıdan dimdik merdivenle çıkılıyor ve merdivenlerin korkulukları yok. Mahallemizin evleri seyrek dizilmiş; kimi tek katlı kimi iki katlı, yol üstüne girintili çıkıntılı sıralanmış, bahçeleri bile çevrili değil henüz. Bir de marulların sulandığı, yıkandığı dikdörtgen betondan, büyük bir havuz vardı. Suyun içinde hep marul yaprakları yüzerdi. Sahibini hiç görmediğimiz halde korkardık. Kendi dünyamızda yarattığımız hayallerle bir dev ya da bir canavar olarak görürdük.    Bakkala giderken yolumun üstüydü, önünden geçerken koşarak giderdim yakalanmamak için. Koşarken çok kere atlamak zorunda olduğumuz akıp giden su birikintisinin içine düşmüşümdür. Bu suların lağım suyu olduğunu sonraları öğrenecektim.  Yollardan akar giderdi.

Arkadaşlarım Münü, kardeşi Müker, babaannesinde kaldığı için küstüğümüz zaman ‘’Öksüz’’  diye bağırdığımız Şerife, Gülsüm, Türkan hepsi benden üç dört yaş büyük.  Ödev yaparlardı bir araya gelerek, kapılarının önüne serdirdikleri çaput kilim üzerinde iki büklüm olmuş bir halde sarı yapraklı defterlerine özene bezene kenar süsü yaparlardı boya kalemlerle, sonra kitaptan temiz deftere baka baka yazarlardı işledikleri konuları. Ben de onlara özenirdim hep.

Nihayet bir yıl sonra altı yaşımda Atatürk İlkokuluna kayıt oldum. Denizci kıyafetinin bir modeli idi okul formam ve çok şıktı. Diğer okullardaki arkadaşlarım siyah önlük giyerken; Ben koyu mavi önlük ve geniş beyaz yakalı formayla bahriyeliydim artık. Okulumun ilk gününü çok iyi hatırlamasam da annem sınıfıma bırakıp giderken ağlamıştım. Hâlbuki okula gitmeyi çok istemiştim. Neden ağladım bilmiyorum?  Sınıfımda benim gibi pek çok çocuk vardı, hepimizde sevecen bir öğretmenin şefkatine ihtiyacımız vardı.  Yeni kahramanım öğretmenim Teneffüslere çıkmayı, zil çalınca derse girmeyi, deftere çizgilerle ödev yapmayı ve daha pek çok bilgiyi öğretecekti.

Okulumla evimizin arası epey uzak olsa da yürüme mesafesindeydi. Yol boyunca Atatürk İlkokuluna giden öğrencileri mavi önlükleri ayırıyordu diğer okulların öğrencilerinden. Hemen herkes okula yürüyerek gelirdi. Bizim sınıftan altı yedi kişi İstasyondan servisle gelirdi, cıvıl cıvıl gelişleri dikkatimi çekmişti o zamanlar. Ben de, mahalledeki çocuklarla beraber gidip geliyorum. Benim oynadığım mahalle arkadaşları başka okullara gidiyorlardı.  Defterim, okuma kitabım boya kalemlerim, silgim çantamda. Bazen kaybederdim silgilerimi, kalemlerimi. Okumayı sökünce kırmızı kurdele taktı öğretmenim yakama. Okumayı çok seviyordum. Sınıfta okul şarkıları öğreniyor, küçük piyeslerle renk katıyorduk derslerimize. Yavrukurtları ilk defa okulumda gördüm, bayram için hazırlanıyorlar, trampet çalarak prova yapıyorlardı. Bayramlarda gösteri yapan bir de mehter takımı vardı okulumun. Bayram öncesi okulun bahçesinde tam şenlik havasını oluştururlardı. Bayram kutlamaları özellikle 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve çocuk Bayramını İstasyonun oradaki stadyumda kutlardık. Resmigeçit yaparken düzgün sıra olarak pırıl pırıl formalarımızla son derece uygun adımlarla yürüyüşlerimiz, mahalli kıyafetlerle, folklor grubu, beyaz, pembe gelincikler içinde süslü kızlar hep birlikte bayram sevincini yaşadığımız günler…

Mahallemizden aynı okula gittiğim Gülsüm ile okula erken gittiğimiz bir gün,  okulun en alt katına giren çocukları gördük. Onların peşinden bizde gittik. Orada bulunan masalara oturuyorlardı içeri girenler. Bizi de oturttular,  az sonra kuru fasulye ve pilav getirdi dadı kalfa.  Filimler de gördüğüm sevecen arap bacı gibi bir kadın,  her geleni masalara oturtuyor tabaklarda yemek dağıtıyordu. Bize de ‘’ Kimsiniz neden geldiniz ?’’ diyen olmadı. Sonradan anladığıma göre yoksul öğrencilere yemek veriyordu bu okul. İlkokulu değişik üç okulda okudum ve hiçbir okulda böyle bir uygulamaya rastlamadım. Ne ulvi bir yaklaşımdı yemek vermek.

Okulumun yıkılacağını duyduğumda bir garip hissettim kendimi. İki yıl öğretinim gördüğüm halde ‘İlk göz ağrım’’  derler ya benim de ilk göz ağrımdı. Harfleri orda öğrendim, rakamları, yazmayı, okumayı, mevsimleri, sevimli hikâyeleri… Öğretmenimizi (İsmet KIZILOT ) saygı ile anıyorum. Bizi sıra halinde Gedik Ahmet Paşa Kütüphanesine götürmüştü. Yerini şimdi net olarak hatırlamıyorum, Yeşil Caminin oralardan giderdim evimizden o kütüphaneye. Okumayı orada ilerletmiştim. Küçük bir yer olarak kalmış aklımda. Yerini öğrendim ya, artık kütüphaneden çıkmıyordum. Fırsat buldukça evden haberli habersiz kütüphaneye gidiyordum. Hikâyeler, masal kitapları arasında zamanı unutuyordum adeta.  Yerli ve tutum haftasını okulumda öğrendim. Sınıfımıza getirdiğimiz meyveler, kuru yemişlerle kutlamıştık. Benim başımda kartondan yapılmış nar taç vardı. Diğer arkadaşlarımızın da birer meyvelerle taçlanmıştı.  Sınıfımızın gezisi İş Bankasıydı, yine ikişerli sıra halinde bankaya gidip, birer kumbara almamıza öğretmenim ön ayak olmuştu.

Bir insanın kalbinde ilkokulunun ve ilk öğretmeninin yeri her zaman başkadır. Ben üç ilkokul ve sekiz ilkokul öğretmeni değiştirdim. Hepsinin yeri ayrı ama Atatürk İlkokulunu asla unutamıyorum. Okul çıkışlarında, bahçe kapısının önüne sıralanmış renk renk macun şekercilerin, ‘’Şam tatlısı’’ diye tepside revani satan tatlıcıların, horoz şekercilerin, sakız satanların çocuklar tarafından etrafı sarılarak paralarını uzatanların telaşı, almaya çalışanların aceleciliği;  alanların sonsuz mutluluğu görülmeye değerdi. Şimdi şimdi anlıyorum o güzel günlerin kıymetini. Okulun kantini yok muydu bilmiyorum? 

Zamanla eskiyip yok olan her şey gibi İlkokulum yıkılıp yerine daha büyük ve modern bir okul yapıldı. Adını yaşatacak… Ben her geldiğimde yine o yoldan geçeceğim ‘’Burası benim okulumdu ‘’ diyeceğim. Okuluma küçük bir katkı sağlamak için kütüphanesine kitaplarımdan hediye etmek istiyorum. ‘’Bak İlkokulum!  Senden öğrendiğim harflerle, bir roman bir şiir kitabı yazdım. Senin minik öğrencin, sana minik hediye getirdi, ben seni unutmadım, sende beni unutma ‘’ diyeceğim…