Peygamberimiz ilk vahyin sarsıntısını yaşadığında Hatice annemiz onu şu sözlerle sakinleştirmişti: “Korkma Muhammed! Allah seni esirger. Çünkü sen dürüst bir insansın… Doğru sözlüsün. Emanete hıyanet etmezsin... Güzel ahlâklısın... Akrabana yardım edersin. Çaresizlerin, güçsüzlerin yükünü taşırsın… Herkesten daha çok iyilik edersin. Misafir ağırlar, felakete uğrayanlara yardım edersin...”
Elli senedir dinimizin kaynaklarını ahlâk yönünden incelemeye, anlamaya çalışıyorum. Bende oluşan kanaatin özeti şudur: İslâmiyet insaniyettir. İnsaniyeti kusurlu olanın Müslümanlığı da kusurludur. Kur’an-ı Kerîm’in belirttiği gibi İslâmiyet’in canlı ve somut modeli Hz. Peygamber’dir. O vefat ettiğinde Hz. Ömer bir köşeye çekilmiş, derin üzüntüler içinde, can dostunun o sımsıcak insaniyetini şöyle dile
getiriyordu:
“… Anam babam sana feda olsun ya Resûlallah! Bugün ümmetin sana ne kadar acı ve özlem duysa yeridir… Eğer sen sadece emsalinle oturup kalkmak isteseydin sohbetine nâil olamazdık. Denginden başkasına razı olmasaydın aramızdan biriyle evlenmezdin. Yalnız emsalinle yiyip içseydin soframıza oturmazdın. Ama ... sen bize arkadaş oldun. Bizden eş aldın… Bizimle yiyip içtin. Sıradan elbise giydin. Yer sofrasında yemek yedin ve hep bunları alçak gönüllülükle yaptın.”
O vefat ettiğinde diğer bir can dostu Habeş zencisi Bilal, “Artık onun bulunmadığı Medine’de yaşayamam” diyerek alıp başını gitmişti.
***
Şimdi bize ne oldu? Neden bugün görünüşe bakınca dinle yatıp dinle kalkanlarımızda dinimizin ahlâkî ve insanî boyutunu göremiyoruz? Çünkü ahlâk merkezli Müslümanlığı bırakıp, ahlâkî özü boşaltılmış fıkıh merkezliMüslümanlığa kendimizi hapsettik; fıkhı da tarihe hapsettik. En dindarlarımız bile işlerinin doğruluğunu onaylatacak hoca arıyorlar. Oysa Peygamberimiz, müftülerin fetvasından daha önemlisinin kalbimizin, vicdanımızın fetvası olduğunu öğretmişti. Ama biz Fetva dindarlığını aşıp takva dindarlığına geçemiyoruz. Kendimize ve çocuklarımıza sol el ile yemenin yanlışlığını öğrettiğimiz kadar kul hakkı yemenin kötülüğünü öğretmiyoruz. Sadece bunu öğretebilseydik bugün manevi ve maddi yapımız, toplumumuz, hatta şehir mimarimiz bambaşka olurdu.
Bir ara öğrencilerimle ahlâk metinleri okuyorduk. Bir dersimiz Mevlid Kandiline denk gelmişti. “Bugün Peygamberimizin ahlâk hakkındaki hadislerini okuyalım” dedik. Buharî’nin ilgili cildini açtım. “İnsanlara ve hayvanlara merhamet” başlıklı bap denk geldi. Burada Peygamberimizin şöyle bir hadisi geçiyordu:
“Biri çölde gidiyordu. Çok susamıştı. Derken bir kuyu buldu; inip su içti. Yukarı çıktığında bir köpek gördü. Susuzluktan kıvranıyordu. Adam tekrar kuyuya inip, içine su doldurduğu patucunu ağzına aldı, elleriyle tutunarak yukarı çıktı, köpeğe su içirdi. Kuyuya inip çıkarak hayvanı suya kandırdı. İşte bu iyiliği sebebiyleALLAH ONA TEŞEKKÜR ETTİ (fe-şekerallâhu lehû) ve günahlarını affetti.” Yanındakiler “Ya Resûlallah! Hayvanlardan da mı sevap kazanılacak?” diye sordular. “Evet, dedi, can taşıyan her varlığa yapılacak iyilik için sevap verilecek.”
Bu hadisi okuduğumuzda, bir hayvana yapılan iyiliği bile Allah’ın teşekkürünü hak ettirecek kadar yücelten bu din anlayışımızı, bu soylu ahlâkı nasıl kaybettiğimize üzüldük. Halbuki biz bu zarif ahlâk öğretisi üzerine büyük bir insanî medeniyet kurmuştuk. Bugün bu medeniyeti daha da geliştirerek bir “küresel ahlâk” inşa edebilirdik. Ama biz bugün Kitabımızın, Peygamberimizin ve geçmiş din büyüklerimizin yerin dibine geçirdiği dünya hırslarımız uğruna gönüller yıkıyoruz, dilimizle ve elimizle kırıp döküyoruz. Daha da vahimi, bütün bunları dinimizle meşrulaştırarak yapıyoruz.
Eğer bizler yarın çocuklarımızın ve gençlerimizin deizm, sekülerizm gibi yollara sapmalarını istemiyorsak, onları insan merkezli, ahlak merkezli dinimizle buluşturmak zorundayız.
PROF DR. MUSTAFA ÇAĞRICI
KARAR GAZETESİ / 08.05.2018