1990’ların sonlarına doğru (97-98 gibi) katıldığım bir kongrede, bankacılık sektörü mercek altına alınmıştı. O dönem Türkiye’de yüz civarında banka vardı. Oturumlarda varılan ortak kanaat, Türkiye’de banka sayısının olması gerekenin çok üzerinde olduğu ve sermaye yapılarının zayıflığına ilişkindi. Kongre tarihinden de anlaşılacağı üzere henüz banka batıklarının uç vermediği bir dönemde yapılmıştı bu değerlendirme… Kıymetli idi yani… 28 Şubat sonrası pastadan pay almak için aç kurtlar gibi saldırmış ve memlekette hangi kaynak varsa talan etmek için aralarında kavgaya tutuşmuşken, böylesine akademik bir ‘kıymeti’ kim dikkate alırdı ki…

Nitekim her biri darbe sürecine destek vermişti ve payını almak için pusuda bekliyordu. 2001’de batan bankaların önemli bir kısmına da bu süreçte izin verilmişti. Üstelik bu bankalar bir yandan off-shore (ofşor) hesaplarına aracılık yaparken, bir yandan da Türkiye’de yasak olduğundan; Kıbrıs, Orta Asya ülkeleri, Romanya gibi ülkelerde aynı amaca dönük paravan şubeler açmışlardı. Tabi bu hesaplar devlet garantisi dışındaydı. Özellikle kamu bankalarında bu konuda uyarıcı bilgi veriliyor idiyse de, vatandaşın ofşoru bilmesi söz konusu değildi. Ona vaad edilen şey yüksek faizdi ve vatandaş da onu bilirdi. Şimdilerde kripto para da öyle değil mi… Oysa bir süre sonra büyük bir gürültüyle çökecek… İşte ofşorzedeler de bu dönemde türedi. Çünkü bu bankalar battığında müracaat edecekleri bir muhatap kalmamıştı.

(Bilgi Notu: offshore bankacılığı, daha çok dünyadaki kirli-kara olarak ifade edilen yasadışı kazançların tutulduğu, pek çoğu gözden ırak küçük ada devletciklerinde yer alan, vergi cenneti olarak da bilinen, pek doğal olarak da büyük devletlerin gayri resmi kontrollerindeki bir bankacılık türüdür. Kripto para da daha çok bitcoin olarak bilinen, sanal-dijital paranın adıdır).

Aslında 28 Şubat sürecine soygun süreci dense hiç de yanlış bir değerlendirme olmaz. Oluşan puslu havadan istifade başkanın da işbirliği ile Merkez Bankası bile talan edilmişti. Bu sayede birkaç gün içerisinde zenginliklerini üçe katlamışlardı. Döviz üç katıma fırlamış, kara çarşambalar, kara pazartesiler birbirini kovalar olmuştu. Nitekim kimine haraç-mezat verilen ihaleler, kimine özelleştirme adı altında çekilen peşkeşler, kimine de milleti soymak için verilen banka kurma izinleri bu soygun sürecinin araçları idi. Bu öyle bir soygundu ki; koskoca devletin kaynakları bile beş yıl ancak dayanabilmişti. Bir başka deyişle deniz olarak görülen devletin dibi görülmüş ve büyük bir gürültüyle çökmüştü.

İşte bu büyük gürültü 2001 krizi olarak isimlendirilen ve geçmiş beş yılda altı oyulan sistemin çöküş sesi idi. Çok ciddi siyasi sonuçları oldu ama, yine bir o kadar da ekonomik sonuçları oldu. Siyasi sonuçlardan en önemlisi 28 Şubata destek veren parti, sivil toplum, iş dünyası her ne varsa tasfiyesi idi. Aradan sıyrılanlar olmadı da değil doğrusu… 2002’de başlayan yeni siyasi süreç, Türkiye’nin yeni yüzü için de fırsat doğurdu.

Ekonomik sonuç ise aradan geçen 20 yıla rağmen, henüz tam olarak aşılabilmiş değil… Batık bankalara el konuldu ama, borçları da devlete kaldı. 45 milyar dolar olarak hesaplanan bu borçların önemli bir kısmı TMSF tarafından tahsil edildi ise de, bu parayı iç edenlerin cezalarını aldıkları söylenemez. Ama asıl maliyet bu (45 milyar dolar ) da değildi. Çok yakın zamanda, dönemin en önemli aktörlerinden Tansu Çillerin verdiği bilgiye göre maliyet 291 milyar dolar... Bunun ne demek olduğunu elbette sıradan insana anlatmak güç… Bunun için rakamların dilini bilmek gerek… Örneğin 40 sene çalışan bir öğretmen bugünkü parayla 500 bin dolar bile gelir elde edemiyor. Heba olan bu rakam Türkiye’nin bir yıllık bütçesinin neredeyse iki katı… Bütün Türkiye’nin 2019 ihracatının 180, 2020 ihracatının da 169.5 milyar dolar olduğunu da hatırlatmak isterim.

Artık ülkenin içeriden yönetilmesi mümkün olmadığından dışarıya müracaat edildi. Bu müracaat sadece kurumsal da değildi. Her ne kadar Türk vatandaşı olsa da, işlerin yürütülmesi için uluslararası bir isme de ihtiyaç duyuldu. Kim olduğunu biliyorsunuz. Daha önce ismi-cismi bilinmese de bir kurtarıcı gibi karşılandı. Yalnız da gelmemişti; yanında Amerikalı eşini ve IMF’yi de getirmişti. Yani iki ajanla birlikte gelmişti. Bunun adı global tefeciye mahkûm olmaktan başka bir şey değildi.

IMF’yi öyle ticari olarak borç veren herhangi bir uluslararası kurum diye düşünmeyin. Borç bir bütün olarak ödeninceye kadar borç alan ülkenin bağımsızlığı adeta askıda kalmaktadır. Neden mi… Çünkü IMF borç verdiği ülkenin ekonomi yönetiminde söz sahibi olmaktadır. Bu maksatlı olarak IMF ilgili ülke için temsilci atamaktadır. Temsilci, ekonomik istikrar adına sürekli ilgili ülke yöneticileri ile pazarlık yapmakta ve kredinin yeni diliminin serbest bırakılması için çeşitli taleplerde bulunmaktadır. İlgili ülke zaten zorda kaldığı için IMF’ye müracaat ettiğinden pazarlık gücü de yüksek olamamaktadır. Yani kısaca devletin onuru olan egemenlik-bağımsızlık örselenmektedir. Oysa egemenlik-bağımsızlık devletlerin vazgeçilmezi-tartışılmazı, olmazsa olmazıdır.

Bunun bizim tarihimizdeki örneği Duyun-u Umumiye İdaresidir. Osmanlı topaklarındaki bir takım gelirler bakımından söz sahibi olan borç veren ülkeler, cumhuriyet kurulduğunda bile ‘borç sorunu’ olarak konuyu masaya getirmiştir. Son taksidin ödenmesi de ilk borçtan itibaren tam yüz yıl sonradır; 1853-(Kırım Savaşı) 1953… Neyse ki bu seferki o kadar uzun sürmemiş, 2013 yılı itibariyle yakamızdan atılmıştır.

İşte böyledir. Düşman içeriden altınızı oyduğunda kimi zaman yüz yıl, kimi zaman da çeyrek yüz yıl kendinize gelemezsiniz. Bu arada nelerin kaybedildiğini ise, eğer şansları varsa, sonraki nesiller öğrenir. Gerçi biz yüz yıl önce nelerin döndüğünü tam olarak öğrenemedik ama; atı alan Üsküdar’ı çoktan geçmiş oldu. Memleketin itibarı da beş paralık…