Duymuşsunuzdur diye düşünüyorum; Balkan savaşlarında Enver Paşa karşıtları ‘Edirne Enver’in olacak yere Bulgar’ın olsun’ diyordu (tartışmalıdır). Enver Paşa kimilerine göre kahramandır ancak etkin olduğu dönem, izlediği politikalar nedeniyle Osmanlı Devleti’nin sonunu getirmiştir. Belki ‘ihanet’ demek ağır kaçar ama ‘gaflet’ kelimesi de açıklamaya yetmez; döneminde olanları... Birinci Balkan Savaşında kaybedilen Edirne’yi ve civar yerleşim birimlerini İkinci Balkan Savaşı esnasında Osmanlı’ya geri kazandırmıştı. Bulgar’da kalsa daha mı iyi olacaktı. İşte Kudüs mel'un rejim siyonist İsrail’in işgali altında... İsrail yerine bir İngiliz proje ülkesi bile olsa, halkı müslüman olan Ürdün’de kalsa daha iyi olmaz mıydı... Benzer kişisel nedenlerle Kırım Hanı da Osmanlı gerisini korumamış ve Viyana bozgununu yemiştik 1683’te... O günkü geri çekilme Birinci Dünya Savaşı ile Osmanlının üzerinde egemen olduğu toprağı sıfırlamıştı.
İsrail’de 7 Ekim öncesinde Netanyahu’ya karşı çok ciddi bir toplumsal muhalefet vardı. Ortam öyle gerginleşmişti ki; bu ülkede bir ‘iç savaş’ ihtimalinden bile bahsediliyordu. Buna rağmen 7 Ekim’den sonra birlikte ‘savaş kabinesi’ kurdular. Önce ‘ortak düşman’ın bertaraf edilmesi gerekir çünkü... Savaş (hesaplarına göre) lehlerine bittiğinde onun (Netanyahu) da hesabını kesecekler.
Bir grup İran ile İsrail arasında olup bitenlerin perde önü gösterinin ötesinde anlamı olmadığı gibi; anlamsız, işin esasında muhatap almaya bile değmeyecek sığ bir görüşü dillendirirken, bir diğer taraf Türkiye’nin süreç içerisinde yürüttüğü politikaların aynı amaca matuf, dolayısıyla Erdoğan ve Netanyahu’yu birbirlerinin varlık nedeni gibi anlatmakta, özellikle Erdoğan’ın iktidarını kaybetmesinin 'İsrail yönetimini fevkalade üzeceği’ gibi tuhaf ötesi ve aynı düzeyde sığlık ve vizyonsuzlukla boy göstermektedir. İşin daha ilginci böylesine absürt bir iddia taraftar bulmaktadır. 15 Temmuz’un bir ‘kurgu’ olduğuna da inandırılmamış mıydı bir kısım güruh...
Bir başka perspektiften bakıldığında ise İran’ın konjonktürel olarak güçlenmesine göz yumulduğu değerlendirmesi yapılabilir. Emperyal güçler nisbi olarak daha az ve zayıf olan Şii dünyasını İran eliyle güçlendiriyor; bir savaş çıkarabilirlerse, savaş uzun ve yıpratıcı olsun diye... İran-Irak savaşında olduğu gibi... Ya da Suriye iç savaşı gibi... Öyle ya; bir yandan siyasi hedeflerine ulaşacak, bir yandan da silah satacak... Afganistan’da yaptı bunu mesela... Sovyetlere karşı mücahitleri destekledi ve Sovyetlerin yıkım sürecini başlattı. İran-Irak savaşında Amerika’nın hatta İsrail’in (İran’a silah satıyordu) ne kadar kârlı çıktığını bir düşünün... Asıl amaç gerçekleştikten sonra gerisi teferruat çünkü...
Nitekim İran kendisine açılan bu alanı tepe tepe kullanmış, şimdilerde ‘tarihi beş başkent’in kontrollerinde olmasının hazzını yaşıyor. Çünkü İran bütün Şia dünyasıyla birlikte Suriye'de; Şam nüfuzu altında bir başka deyişle... Lübnan da öyle... Üstelik bu ülkede ordudan daha güçlü Hizbullah... Irak İkinci Körfez savaşı sonrası adeta İran'a bırakıldı. Bir hesabı olmasa ABD Irak'ı İran'ın nüfuz alanına açar mı hiç... Yemen'de de Husiler vasıtasıyla bir bütün olarak ülkeyi ele geçirdi neredeyse... İran’ın yakın coğrafyasındaki Şii nüfus barındıran Bahreyn, Afganistan, Pakistan gibi ülkelerde de eli-kolu var. Afrika’da yürüttüğü Şii propagandası bile Nijerya gibi kimi ülkelerde sonuç verdi.
Bakınız geçmişte Müslümanlar küçük hesapları bir yana bırakarak nasıl bir birliktelik sergilemişler. (Aşağısı alıntıdır. Daha geniş bilgiye ‘sağduyulu İttifak çağrısı’ yazarak ulaşabilirsiniz)
“Tedirginlik nedeni güncel gelişmelere sağduyulu bir ittifak zemini oluşturması bakımından 1931’deki İslam Birliği Genel Kongresi’nin kararları dikkate şayandır.
Körüklenmekte olan mezhep gerginliğini engellemenin yollarından biri de İslam Birliği Genel Kongresi’nde alınan kararların günümüze uyarlanmasından geçmektedir.
Kuzey Afrika’da başlayıp Ortadoğu’da devam eden gelişmeler ekseninde oluşturulmaya çalışılan Sünni-Şii gerginliğinin bir kutuplaşmaya dönüşme ihtimali bölgedeki dost ülkelerin geleceğini tehdit ediyor.
Yakın tarihimizde benzer dış saldırılarla ve oyunlarla karşılaşan Müslümanlar, İslam kardeşliğini tesis etme yolunda önemli toplantılar gerçekleştirip mezhep ayrımı gözetmeksizin ciddi kararlar aldılar.
Bu çerçevede, hicri 6 Şaban 1350, miladi 10 Aralık 1931 tarihinde Kudüs’te düzenlenen İslam Genel Kongresi’nde de (The General Islamic Congress), İslam inancını ve değerlerini yaymak için etnik köken ve mezhep ayrımı yapılmaksızın Müslümanlar arasında iş birliğini sağlamak ve genel İslam kardeşliğini geliştirmek yönünde çok önemli kararlar alındı.
Aralarında Türkiye, Suriye, İran, Irak, Filistin, Yemen, Tunus, Trablusgarp (Libya), Mısır, Yugoslavya, Endonezya, Doğu Türkistan başta olmak üzere 22 ülkeden/bölgeden 153 delegenin katıldığı kongre, mezhep ayrımı (Sünni, Şii, Alevi, Safii, Hanefi vb.) gözetilmeksizin İslam kardeşliğini geliştirmek ve Müslümanların menfaatlerini birlikte savunmak için İslam ülkelerinin temsilcilerinin kendi iradeleriyle bir araya gelmeleri bakımından çok büyük önem arz etmektedir.
Kudüs’te gerçekleştirilen İslam Birliği Genel Kongresi’nde alınan kararlardan, günümüz siyasi arenasında örnek alınmasını istediğimiz en dikkat çekici ve en önemli gördüğümüz maddelerden bazıları şöyle:
Madde 1: Dünyanın her yerinden Müslümanların katılımıyla düzenli ve genel bir kongre düzenlenecek ve bu kongre İslam Genel Kongresi olarak anılacaktır.
Madde 2: Kongrenin hedefleri şunlardır:
a) İslam inancını ve değerlerini yaymak için etnik köken ve mezhep ayrımı yapılmaksızın Müslümanlar arasındaki iş birliğini ve genel İslam kardeşliğini geliştirmek.
b) Müslümanların menfaatlerini savunmak ve kutsal mekânlar ile toprakları herhangi bir müdahaleye karşı korumak.
Kongre, Sünni ve Şia ayrımı gözetilmeksizin ve herhangi bir dış baskı/yönlendirme olmaksızın Türkiye, İran, Suriye, Irak, Mısır, Trablusgarp (Libya), Tunus, Yemen, Filistin, Lübnan, Doğu Ürdün, Cezayir, Hicaz (Suudi Arabistan), Rusya (Orta Asya Türk Devletleri), Mağrib (Fas), Hint kıtası, Seylan (Sri Lanka), Nijerya, Cava Adası (Endonezya), Doğu Türkistan, Kafkasya ve Yugoslavya’dan 153 delegenin katılımıyla gerçekleştirildi.
Din bilgini, siyasetçi ve düşünürlerden oluşan katılımcılar arasında önde gelen simalar şöyleydi: Ziyaüddün Tabatabaî (eski İran Başbakanı), Hasan Halid Paşa (eski Doğu Ürdün Başbakanı), Reşid Rıza (Mısır el-Ezher Üniversitesi Dekanı), Cezayirli Emir Abdülkadir’in torunu Emir Said el-Cezairi, Şükrü El Kuvvetli (Suriye’nin kuruluşundan sonra ilk devlet başkanı), Riyad El Sulh (Lübnan’ın bağımsızlığından sonraki ilk başbakan) ve Muhammed İkbal (Hindistan-Pakistan).
Kongrenin icra heyeti üyeleri arasında şu simalar görülmektedir:
Bosna’dan Şeyh Salim Efendi, Kafkasya’dan Şeyh Şamil’in torunu Emir Said Şamil, Varşova’dan İyaz İsaki ve Hind kıtasından Muhammed İkbal.
Açılması öngörülen İslam Kongresi irtibat büroları arasında Doğu Türkistan, Balkanlar, Kıbrıs, Polonya, Finlandiya, Yugoslavya, Almanya ve bazı Arap ülkeleri ile Afrika ülkeleri, Endonezya, Filipin, Şanghay ve Avustralya yer almaktadır.
Kongre oturumlarında alınan karar gereği Müslümanlar arasında birliğin sağlanmasının nişanesi olarak Şii din âlimi Muhammed el-Hüseyin Al-i Kâşif, “Sünni, Şii ve İbadiyye’lerden oluşan ve onbini bulan cemaate” Mescid-i Aksa’da Cuma namazı kıldırdı. Al-i Kâşif’in,“İslam kardeşliğinin önemi ve İslam birliğinin tesisi” başlığıyla verdiği hutbede İslam Birliği Genel Kongresi'nde alınan kararları kimlerin nasıl engellemek isteyeceğine dair önemli tespitlerde de bulunduğu kayıtlarda yer almaktadır.”