Darbeler hemen her zaman darbe yapılan ülkeyi geriye götürmüştür. Zira darbe doğası itibariyle güçlü olanın, zayıflara karşı yaptığı bir eylemdir. Aksi halde adı ya "ihtilal" ya da "inkılap" olurdu. Zira bizdeki hariç, ihtilaller de inkılaplar da halk tabanlıdır.
1989'da çok heyecanlı bir şekilde kamu yönetimi okumak için üniversiteye başladığımda, siyaset bilimi hocamın sürekli "12 Eylül darbesi" ifadesini kullanması kulağımı tırmalıyordu. Zira 12 Eylül bize "ihtilal" olarak öğretilmişti. Yani sizin anlayacağınız, "darbeciler" 12 Eylül'ün aslında halka dayandığını ileri sürmekte idiler. Gel zaman-git zaman 12 Eylül'ün gerçekten de ayan-beyan bir "darbe" olduğuna ikna olduk. Tek taraflı bilgilendirme, doğal olarak bizlerin kafasında, diğer pek çok ezberde olduğu gibi, bunu da ezberlerimiz arasına katmış, beynimizi yıkamıştı. Biz de faşizmi hep dışarıda arıyormuşuz meğer muhatap olduğumuzu fark etmeden...
Öğretilmeye ilkokulda başlanan "inkılap tarihi" de öyle; hamaset yüklü, tek taraflı ve tartışmaya kapalı... Gerçekten de o dönemde yapılan bir "devrim" idi. Ama ne Anadolu halkı böyle bir devrim talep etmiş ne de Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşında şehit olan milyonlar... Son yüz yılda yaşadığımız bütün anormallikler burada zirve yapmış ve Bolşevik, Çin hatta İran devrim-inkılaplarıyla karşılaştırıldığında halka dayalı bir inkılaptan çok, açık bir şekilde gücü eline geçirenlerin bir darbesi özelliği taşıyordu. Oysa savaşan hiç kimse; örneğin harf devrimi, örneğin hilafetin kaldırılması, örneğin laiklik ya da tevhid-i tedrisat için savaşmamıştı. Kazandığını zannettiği savaşı aslında kaybettiğini, ancak düşman kuvvetler ülkeden çekildiğinde anladı geniş halk kitleleri…
Siyaset biliminde öğrendiğim diğer bir şey ise, adaletin özellikle de böyle konjonktürel zamanlarda güçlüden yana tezahür ettiği yönünde idi. İstiklal mahkemelerini düşünsenize... Ya da Menderes'in idamını... 12 Eylül de öyle... Böyle konjonktürel zamanlarda hâkimlerin vicdanlarıyla karar vermeleri hayal bile edilemez. Hâkimlerin çoğunda vicdan da yok zaten... Nasıl olsun ki... Seküler bir eğitimden geçmiş bir hakîmin, örneğin sanal bir suç olan irtica suçundan yargılama yaparken tarafsız ve bağımsız olabileceğine kargalar bile güler... Neyse ki bu sanal suç şimdilerde rafa kaldırıldı.
Sanal bir suç dedim irtica suçuna... Zira hukuk devletinde suç ve cezaların en önemli özeliklerinden birisi, bunların şahsiliği ve kanunla açık bir şekilde tanımlanmış olmasıdır. Oysa böyle bir kavram ceza kanunlarında geçmez de tanımlanmaz da... Refah Partisi davasında Yargıtay başsavcısı Vural Savaş'ın, davayı gerçekten hukuk devleti anlayışı içerisinde ve tarafsız bir değerlendirerek kararını verdiğine inanacak aklı başında birisini bulamazsınız. Abdullah Gül’ü Cumhurbaşkanı seçtirmeyen 367 kararında Anayasa mahkemesi için de öyle...
17-25 Aralık hukuk darbesi girişiminin üzerinden neredeyse üç yıl geçti. O gün 27 Mayıs ya da 12 Eylüldeki gibi kaba ve eski usuller kullanamamışlardı. Zira buna kimsenin itibar etmeyeceğini biliyorlardı. 15 Temmuzda etmedi de zaten… Hukuk kılıfı adı altında yapmak, eğer darbe başarısız olursa, savunabilmek için de bir gerekçe oluşturuyor. Şimdilerde yargılanan darbeciler eğer başarılı olsalardı kahraman olacak, yargılayanlar da hapiste olacaktı. Oysa aynı şeyler yargılanacaktı. 15 Temmuz için de aynı şeylerin geçerli olduğunu biliyorsunuz.
Hz. Ömer'in, adaletin mülkün (devletin) temeli olduğuna dair o meşhur sözü burada da devreye giriyor. Devletin ayakta kalması, bu temelin sağlamlık derecesi ile paraleldir. Ümit var olmamızı sağlayan o güzel şey, bir çok seferkinin aksine, bu süreçte darbecilerin yargılanıyor olmasıdır. Temennimiz, yine bu sefer güçlüden yana olmaması…..