II. Dünya Savaşı sonrasında dünyada yeni bir düzen/denge kuruldu. Bu dengenin tarafları savaşın da gerçekte iki galibi idi; ABD ve Sovyetler... Diğer ülkeler kendilerini bir şekilde bu iki blok içerisinde yer almak ya da bu iki bloktan birisi ile iş birliğine gitmek zorunda hissetti. Türkiye için milat NATO'ya giriş tarihi olan 1952… İkinci Dünya Savaşı sonrası esasen yeni bir şekle bürünen bu yarı bağımsızlığın geçmişi 20. yüzyılın ilk çeyreğine kadar gider. İkinci Dünya Savaşı sonrası olan ise global patronun değişmesinden başka bir şey değildi. Zira savaştan ağır yaralarla çıkan, askeri ve ekonomik mecali kalmayan Britanya İmparatorluğu bu dönemde rolünü Amerika’ya devretmek zorunda kalmıştı.

Bu denge taraflardan birisinin iflas/pes etmesiyle 1990'larda yeniden şekillendi. Aslında Doğu Blokuna karşı kurulan NATO başta olmak üzere Batı Blokunun da rolü sona ermişti ama, böyle bir fırsatın tepilmesi söz konusu olamazdı. Zira en önemli engel aşılmıştı ve ufukta gözüken Amerika’nın hâkim olduğu tek kutuplu bir dünya idi. Hesap bu idi ama ilerleyen zamanlarda bu hesabı bozan gelişmeler de olmadı değil… Çomak sokma girişiminde bulunanlardan birisi de yaklaşık yüz yıl önce kendisine deli gömleği giydirilmiş ‘bu ülke’ idi. (deli gömleği giydirmek, “zorla denetim altına alma, özgürlüğü kısıtlama, hareket edemez hale getirme”). 15 Temmuz’a kadar varan saldırıların asıl nedeni de işte bu... Yani geçmişte olduğu gibi Türkiye’yi ‘esas oğlan’ muamelesine maruz bırakmak…

1990’larda Doğu Blokunu esasen temsil ettiği kabul edilen Sovyetler dağılmıştı ama 1978’deki dönüşüm politikalarının henüz güçlü geri bildirimlerini alamayan Çin’in global dünya ile mücadele edebilecek gücü yoktu. Bu yüzden dengeyi koruyacak ya da yeni bir denge kuracak durumda değildi. Üstelik Tiananmen olayları başta olmak üzere komünizmin Çin ayağını da çökertme girişimleriyle karşı karşıya idi. Kendisine dönük tuzakları boşa çıkartması, ABD’yi planını gözden geçirmek zorunda bıraktı. Bunun en somut kanıtı ise Çin’in dünya ekonomisi kendisinden sorulan Dünya Ticaret Örgütüne kabul edilmek zorunda kalınmasıdır.

Zaman içerisinde Rusya da kendisini toparlandı. Tartışmasız askeri gücünü özellikle enerji alanındaki belirleyici rolü gücünü perçinledi. Rusya ekonomik olarak Çin kadar güçlü değilse de, enerji gibi stratejik bir sektörlerdeki ağırlığı ve elbette potansiyel gücü, gözardı edilmesi gibi bir seçeneği ortadan kaldırıyor.

Avrupa Birliği Amerika'nın üzerlerindeki etkisinden öteden beri rahatsız zaten... Fransa 1956'da NATO'dan ayrılmıştı mesela… (2013'te tekrar girdi). Almanya adeta yarım bir devlet... Fransa'yı Alman işgalinden, Almanya’yı da Sovyet işgalinden kurtaran Amerika’dır ve Amerika İkinci Dünya Savaşı sonrasında sadece Ortadoğu’ya değil Avrupa’ya da yerleşmiştir. Bugün hala, 2/3’ü Almanya’da olmak üzere Amerika’nın Avrupa’da 70 binin üzerinde askeri vardır.

İngiltere ayrı bir hikâye… Adeta Pirus Zaferi kazanan İngiltere savaş sonrası Marshall yardımlarıyla ayakta kalabildi. Pek dillendirilmez ama yaklaşık 900 yıl önceki işgalin (Norman işgali) bu kez Almanlarca tekrarlanması Amerika’nın müdahalesi ile engellenmiştir. Yoksa mecbur kalmasa devreder mi hiç dünya liderliğini… Nitekim ABD'ye danışmadan adım atmaya kalkıştığı 1956 Süveyş krizinde Sovyet tehdidi karşısında geri çekilmek ve haklarından vazgeçmek zorunda kaldı mesela... 1982 Falkland savaşını da ABD ve Fransa'nın desteğiyle kazandı.

İngiltere ekonomik sorunlarını sonraki yıllarda da aşabilmiş değildi. Nitekim 70'li yıllar İngiltere için kabustu adeta… Sihirli dokunuş Thatcher tarafından yapılmıştı (1979). Amerika ve Fransa’nın yardımlarıyla da olsa Falkland savaşına cesaret etmesi ve 12-13 bin km öteden kendisine ait olduğunu iddia ettiği toprakları kurtarması böyle mümkün oldu.

Avrupa Birliği’nden ayrı bir ekonomik birliktelik (EFTA) oluşturmak istedi ama başaramadı. İlk başta davet edilmesine rağmen katılmadığı Avrupa Birliğinin kapısını çalmak zorunda kaldı. Bu kez de Avrupa Birliği, özellikle de Fransa’nın İkinci Dünya Savaşındaki kahramanı De Gaulle’ün (Dö Gol) ‘Amerika’nın truva atı’ olduğu gerekçesiyle kabul etmek istemediği İngiltere, ancak Charles de Gaulle’ün ölümünden (1970) sonra ve Fransa’da yapılan referandum ile Avrupa Birliği’ne girebildi (1973).

Şimdilerde ayrılma gerekçesi yine aynı; yeni bir merkez olma ve merkez kurma düşüncesi... Türkiye’yi de sürece dahil etmek istiyor. Çin ile dirsek temasında... Londra-Pekin arasındaki yaklaşık 9.000 km'lik ipek demir yolu projesinin bir parçası olması da bunun en somut delillerinden birisi... (devamı sonraki yazıda)