Malum olduğu üzere, Türkiye 24 Haziran’daki beklenmedik erken seçim kararı ile başkanlık sistemine fiilen ve bir bütün olarak geçmiş oldu. 16 Nisan referandumunda bazı hükümlerin 2019’da yürürlüğe girmesi öngörülmüştü alınan yeni bir kararla bu tarih öne çekilmiş oldu. Ben kamu yönetimi öğrencisiyken de (1989-1993) tartışılıyordu konu... Çeyrek yüz yıl sonra nihayet hayata geçirilebildi. Şahsen o zaman da savunurdum sistemi… Çünkü sosyal doku ile uyuştuğunu düşünürdüm.
Korkulan elbette “Türk Tipi” başkanlıktır ama bunun zaten de böyle olması gerekiyor. Zira her ülkenin değişkeni diğerinden farklıdır. Sürekli ABD ve Fransa örnek verilir ama, Brezilya, Rusya, Kuzey-Güney Kıbrıs, Azerbaycan, Arjantin, Şili, Venezüella, Peru, Orta Asya Cumhuriyetleri, Afganistan, Endonezya, Ermenistan, Güney Kore, İran, Mısır… gibi bir dizi ülke de başkanlıkla yönetilmektedir. Bu ülkelerin hepsi de “kendi tipidir.”
İşin bir başka yanı da başkanlık sisteminin aslında cumhuriyetin ilk evresinde bizde, üstelik çok da katı bir şekilde uygulandığı gerçeğidir. Mustafa Kemal de İsmet İnönü de teknik olarak ‘başkan’ idi. Atatürk’ün vefatına kadar bu makamda kaldığını ve İnönü’nün milli şef (değişmez genel başkan) ilan edildiğini hatırlatmak isterim. Padişahlık da esasen bir tür başkanlık değil midir. Aradan yüz yıl bile geçmedi henüz…
Temsilde adalet elbette ki önemlidir, ancak yönetimde istikrarı bir tık ileride ele almak gerekir. Adil bulunmayan % 10 baraj bile bunu tam olarak çözememiştir. Yeni sistemde % 50’nin üzerinde bir oy almak gerektiği için ikinci tercihte bile olsa temsilde de daha adil bir durum yaşanacaktır. Nitekim ittifak kurulmasına izin verilmesi böyle bir netice doğurmuştur. % 50’nin aşağısında iktidar olmak gibi bir seçenek hiç bir şekilde mümkün olamamaktadır. Bu sistemde halkın ikinci tercihine de müracaat edilerek koalisyon hükümetlerine izin verilmemektedir. Koalisyondan kaynaklanan gereksiz tartışmalar azalacağından kararların nisbi olarak hızlı bir şekilde alınması beklenmektedir. Türkiye’deki potansiyel sorun; muhalefet partisinin mecliste çoğunluğu elde etmesi olacaktır ki; bu durumda sistem kilitlenmeleri gene yaşanabilecektir. Böyle bir durumun yaşanılması olasıdır ve bu durum da erken seçim ihtimali tamamen ortadan kalkmamaktadır.
Başkanlık sisteminde ülkenin başındaki kişinin halk iradesi ile seçiliyor olması, onu kararların verilmesinde çok daha güçlü kılacaktır. Halkın yarısında fazlasının oyunu almış bir kişinin verdiği kararların toplum aleyhine olabileceğini düşünmek ise olayın doğasına aykırıdır. Bir de elbette yasal, siyasal ve sosyal denetim, medya denetimi var… Bu kadar güçlü bir medyanın olduğu ortamda tarafların yaptıklarını kamufle etmesi de pek olası gözükmüyor.
Tabii en az sorunlu bir yönetim için en iyi bileşen başkanın partisinin parlamento çoğunluğunun olması… 24 Haziran seçimlerinde bu mümkün olmadı. Meclis en iyi birinci ile değil, en iyi ikinci bileşenle şekillendi. Nitekim ittifak oyları gerekli çoğunluğu sağladı. Zaten yeni sistemde meclis devre dışı olmasa da Cumhurbaşkanı kararnameleri ile daha da güçlendirilen başkanın pek çok kararda son söz sahibi olduğunu da gözardı etmemek gerekir. Süreci birlikte şekillendiren iki partinin ülkeyi yönetmek konusunda da anlaşabileceği, dolayısıyla bu dönem için bu bileşenin bir sorun olmayacağı kanaati baskındır.
Bizde son yıllarda MHP-AK Parti yakınlaşması dışında muhalefetin iktidarların işini kolaylaştırdığının pek de örneği yoktur. “Check and balance” sisteminin Amerika’daki gibi etkin işleyebileceği konusunda ise ciddi şüpheler vardır. Bu durumda seçimin yenilenmesi mümkün elbette, ama Türkiye bu kronik sorundan, yani erken seçimden iddia edilenin aksine, kurtulmuş olmayacaktır.
Bizde sağduyu yerine duygular öndedir pek çok zaman… Makul tartışmalar yerine düşüncelerimizi başkalarına kabul ettirmenin hesabını yaparız pek çoğumuz. Kimisi başkanlık sistemini rejim değişikliği ile eş anlamlı değerlendirir, kimisi de her derde deva olduğunu savunur. Bu yüzden gerçek hayata indirgendiğinde karşılaşacağımız sorunları pek hesabetmeyiz. İşleri başkalarına ihale etmek gibi kötü bir huyumuz da var.
Başkanlık sistemini, istişare kültürü zayıf toplumlar için hızlı karar almanın da bir yolu olarak düşünmek gerekir. Unutulmaması gereken şey başkanlık sisteminin de meşruluğun kaynağı parlamenter sistemde olduğu gibi doğrudan halk iradesidir. Hükümet için meclis onayı da (güvenoyu) gerekmemektedir. Dolayısıyla yürütmenin başı parlamentoya karşı daha bağımsızdır. Bu ise hem kuvvetler ayrılığı bakımından hem de uzun vadeli stratejiler bakımından önemdi bir değişimdir. Hükümetin meclis dışından oluşturulması ya da bakan seçilen milletvekilinin parlamentoyla ilişkisinin sona ermesi kuvvetler ayrılığı ilkesini güçlendiren diğer önemli bir değişimdir.
Elbette bütün bu değerlendirmelerin bir kısmı teoriktir. Diğer bir kısmı ise dünyadaki mevcut örneklerinden hareketle yapılmış değerlendirmelerdir. Uygulamada çıkabilecek bütün sorunları ve çözüm önerilerini öngörmek mümkün değildir. Parlamenter sistemin, bünyesinde birçok sorunu barındırdığı bir gerçektir. Bu anlamda başkanlık yeni bir deneyim olarak da düşünülebilir. Ancak şurası bir gerçektir ki; birey statüsü kazanamamış, kendi başına düşünme yeteneği olmayan, düşük gelirli, okur-yazarlığın düşük olduğu ve toplumsal kutuplaşmaların çok belirgin olduğu toplumlarda; ‘insana dayalı’ bir sistem oluşturmadıkça, sorunların köklü bir şekilde bertaraf edilmesi son derece güç gözükmektedir. Masabaşı hesaplamalar her zaman netice vermeyebiliyor. Test de etmek gerekiyor. Zira test etmeden, yani gerçek hayatta karşılığını görmeden öngörüleri mutlak gerçekmiş gibi değerlendirmemek gerekir. Örneğin her hangi bir teknolojik aygıt uzun test ve denemelerden sonra kabule hazır hale gelmektedir. Test aşaması öngörülerdeki açıkları da ortaya çıkaracaktır. 24 Haziran seçimleri sonrası bu imkan doğmuştur.
Şimdi, toplu bir analiz yapalım: Türkiye'nin güçlü hükümetlerin olduğu dönemlerde çok daha mesafe aldığını, koalisyon hükümetleri zamanında yerinde saydığı veya geriye gittiği görülüyor. Lider de önemlidir ama asıl olan güçlü hükümetlerdir. Örneğin Demirel güçlü liderdi ama sürekli koalisyonla yönetmek zorunda kaldığı için Türkiye onun döneminde pek de ilerleyememiştir. 1970'li yılların liderleri de güçlü idi: Demirel, Ecevit, Erbakan, Türkeş... Ama Türkiye bu dönemde yetmiş cente muhtaçtı. Her ikisinin birleştiği dönemlerde yani hem tek parti iktidarı hem de güçlü liderliğin olduğu dönemlerde Türkiye adeta 'take off' yaşamıştır.
Kim ne derse desin konu insan faktöründe düğümlenmektedir. Monarşi ile yönetilen ve yazılı bir anayasası bile olmayan İngiltere gül gibi yönetilebilmektedir. Türkiye’ye ise adeta anayasa dayanmamaktadır. Zira hukuk içselleştirilmiş değildir. 1982’den beri delik deşik olan anayasanın orijinalinden neredeyse hiçbir şey kalmamıştır ama, yeni bir anayasa da çıkarılamamıştır. Tabii çok önemli bir konu da o ki; başkanlık sisteminin bir takım çevrelerce “rejim sorunu” olarak görülmesidir. Aslında vesayetçi “oligarkşik” düzenin devamıdır gizli gündemleri… Türkiye’deki bu “kurucu iradenin” diğer bir kaygısı Cumhurbaşkanlığı, asker, yargı, bürokrasi gibi kurumları bir emniyet sibobu olarak mutlak surette ve sürekli kendi uhdelerinde kalacağı hesabının alt-üst olmasıdır. Yine de son seçimin muhalefet tarafından kabulü önemlidir. İnsan modeline dayanmayan bir sistemi ‘nihai çözüm’ olarak görmek mümkün değildir. Başlıktaki sorunun cevabı da burada gizlidir.