GELİYORUM DİYEN TEHLİKE...
Şüphesiz en büyük tehlike atlatıldı. Bu; öyle-böyle bir tehlike değilmiş... Darbe sonrası süreç bunu bize öğretti. Eğer başarılı olsa idi, içinde yaşadığımız coğrafya 16 Temmuz sabahı bırakın ‘başka bir Türkiyeye’, hepimiz 'başka bir ülkeye’ 'devlete' gözlerimizi açacakmışız. Bir diğer deyişle 15 Temmuzda yaşanan bir darbe girişimi değil, bir 'işgal girişimi' imiş. Abartıyorum değil mi... Ama neyse ki bu konuda pek çok konunun aksine yalnız değilim. Allah (cc) o gece milletimize engin bir feraset vererek oyunlarını bozdu. Bize de düşünmek için yeni bir fırsat verdi.
15 Temmuzun 'uluslararası bir işgal girişimi' olduğu yönündeki bilgiler ürkütücü... Kimler mi var koalisyonda...
Eğer işler yolunda gitseydi;
-İncirlikten Amerikalılar (42 helikopterin havalandığına dair bilgiler var)
-Güney Kıbrıs'taki üslerden İngilizler (Türkiye'deki İngiliz turistlerin can güvenliği bahane edilerek Kıbrıs'taki üslerde ve Akdeniz filosunda hazırlıklar yapıldığına dair bilgiler var)
-Suriye sınırından IŞİD (zaten onların gayri meşru çocuğu)
-Suriye istihbaratının mülteci kaplarına saldırısı
-Doğudan Ermenistan... (küçük bir ihtimal)
-Dahası da var...
Emme-basma tulumbaya ilk suyu koyabilselerdi at izi it izine karışacak ve geri dönüşü Suriye'den beter olacaktı. İç savaş çıktı diye uluslararası koalisyon Türkiye'ye hava saldırısı yapacak, Türkiye geleceğin dünyasındaki oyuncu rolünden çıkarılacak, bir yüz yıl daha köleliğe itilecekti. Türkiye bir kaç saatte duruma hâkim olunca Obama işgal güçleri armadasını (bir çok ulustan oluşan ordu-basından) durdurdu… Şaka gibi değil mi... Ama öylesine büyük bir gerçek ki...
Ama tehlike kesinlikle geçmedi. İki türlü tehlikeden bahsediyorum. Her ne kadar 'en büyük tehlike atlatıldı' desek de bu sadece şimdiye kadar ki en büyük tehlike idi. Zira 17-25 Aralık operasyonları da bir darbe girişimi idi daha ilerisini toplum, hatta devlet hesabetmemişti. Dolayısıyla fiziki tehdit devam ediyor. Ama şükürler olsun ki; halk bu konularda 15 Temmuzdan öncesine göre çok daha duyarlı.
Benim üzerinde duracağım konu ikinci ve uzun vadeli tehlike ile ilgili. Malum 1923'te bu topraklarda birşeyler oldu. Yunanlıları denize döktük, İngilizleri-Fransızları....kovduk, yepyeni bir devlet kurduk derken, 1924'te ilk icraat olarak İslam'ın sembolü halifelik kaldırıldı, 1928'de harf devrimi ile İslamın okunması ve öğrenilmesi yasaklandı ve nihayet 1937'de laiklik getirildi. Daha ötesi olmazdı zaten... Misyon bu şekilde tamamlandı.
Yeni kurulan devletin misyonu tam da bu kavram (laiklik) üzerine bina edildi. Geniş halk kitleleri bu kavramla baskı altına alındı. Yeter ki; İslama dair bir belirti olsun üzerinizde... Suçlanmanız için başka nedene ihtiyaç yoktu. Örneğin üniversitelere her kıyafetle, hatta yarı çıplak girilebilir ama başörtüsü ile girilemezdi. Boğazına kadar yolsuzluğa batmış bu güruh en son hamlesini 28 Şubat sürecinde yaptı. 2001'de yaşanan ağır ekonomik krizle durum açıklanamaz bir hal alınca da bir süreliğine sessizliğe gömülmek zorunda kaldılar.
Şimdi kendi kazanımları olmayan bu süreçten yeniden nemalanmaya çalışıyorlar. Sizce o gece bir tane tuzu kuru sokağa inmiş midir. Bence inmişlerdir, ama markete stok yapmaya, ATM'lerden para çekmeye, arabalarının depolarını fullemeye... O gece uyumamış da olabilirler; darbenin başarıldığını görmek için...
İşte bir kaç hatırlatma...Bir zamanlar Nuh Mete Yüksel diye bir adam vardı. Seks skandalına karışmış ve işlediği iddia edilen halt iş arkadaşlarının huzurunda şahitlik için kendisine gösterilmişti. Şimdilerde hiç birşey olmamış gibi ekranlarda boy göstermeye başladı. Ben de cemaatle mücadele ediyordum ama görevden alındım diyor. Belki bu doğru. Çünkü o, kendisinin de ifadesiyle ilişki ağını bilmiyordu, mücadelesi de bugünkü yapıyla değil bu toplumun değerleriyle idi.
Vural Savaş, Sabih Kanadoğlu size neyi hatırlatıyor... Eminim ki bir hukukçuyu hatırlatmıyordur. Militan demokrasi deyince kim aklınıza geliyor. Başbakanı şu kadar saat dinlemeye tahammül ettim demişti Yekta Güngör Özden... Ve o da hukukçuydu. Ekran ekran dolaşır, derin devletin temsilcisi olarak ahkam keserdi.
Bugün Yargıtay, Danıştay gibi kurumlarının başkanlarını sıradan insan bilmez. Ama bir kaç yıl önce parti lideri gibiydiler... Aranızda genel kurmay başkanının ses rengini bilen var mı... Bir de İlker Başbuğ ya da Yaşar Büyükanıt desem... Adamlar genel kurmay başkanı değildi de devlet başkanıydılar adeta… Sürekli beyanat verirlerdi basına...Eskiden partiler iktidar olur ama muktedir olamaz denirdi. Çünkü bazı alanlar halkı temsil eden siyasetin tamamen dışında yüksek bürokrasinin, kimbilir yabancı devlet ve kurumların yetki alanında idi. Artık hükümetler muktedir ve belki de uluslararası saldırının sebebi bu...
Diğer büyük bir tehlike ise, malum habis yapı 'cemaat' diye isimlendirilmesi nedeniyle, diğer cemaatlerin de benzer nitelik taşıdığı, dolayısıyla devlet yönetiminde hiç bir şekilde yer almaması gerektiği yönünde oluşturulan algıdır. Diğer kavramlarda olduğu gibi ‘cemaat’ kavramını da kirlettiler. Bazıları fırsat bu fırsat deyip tertemiz cemaat ilişkilerine saldırıyor. Sanki ihanet çetesi onların protatipi... Hiç gördünüz mü yanyana onları da, krizi fırsata çevirmeye çalışıyorsunuz. 2011 seçimi öncesinde Maneviyat bahçemize dadanmış domuz sürüleri dendiğinde de kimse ne dendiğini anlayamamıştı.
Bunların 28 Şubat sürecinde kiminle oldukları ortada... Belki bilmeyen vardır. FETÖ liderinin CIA'nın karanlık yetkilisi Graham Fuller ile ilk görüşmesinin yılı 1964... Bir başka deyişle yapı baştan beri misyonlu... Sadece evrilmesi beklenmiş o kadar... Yine aynı dönemde iktidar partisine karşı nerede durduklarını bilmeyen yok. Onlar bir tarafta, diğer bütün cemaatler diğer tarafta idi. Hiç bir zaman diğer cemaatlerden destek alamadılar. Ama güçleri yetmedi bunu geniş toplum kesimlerine duyurmaya...
Anadolu nasıl müslüman oldu sanıyorsunuz. Bugün Horasan erleri diye bilinen ismini cismini bilmediğimiz tasavvuf erbabı eliyle, müslümanlıkla tanıştı. Coğrafyanın orasında burasında yatan alperenler, onlar adına oluşturulan türbeler, tekkeler biraz da bu yüzden önemlidir halk nezdinde...
Kimse iradesini kiralamamıştır gerçek cemaat ilişkisinde. Bakın gerçek bir hoca efendi me diyor; “… hepiniz ayrı ayrı lider olun, …. Tek bir kişiye bağlanmayın,… bana da bağlanmayın,…sonra üzüm salkımı gibi sizi bir yerden alıp bir başka yere taşırlar…” (http://www.haber7.com/medya/haber/1411209-esad-cosan-24-sene-once-uyarmis) Halen varolan tasavvuf büyükleri sadece Allah'a yakınlıkları nisbetinde ehemmiyetlidir. Bu da herşeye hemen itirazı ortadan kaldırır. Örneğin bugün Cumhurbaşkanının bildiğini biz bilebilir miyiz. O halde aklımıza yatmayan şeye hemen itiraz etmemek gerekir. Ama bir aşamada açıklanamaz bir hal almışsa, durum farklılaşır elbette.
Demem odur ki; 1923'ten beri ensemizde boza pişirmiş ve artık toplumda bir karşılığı da olmayan azınlık 'güruh' süreci eski gücünü yeniden kazanmak için fırsat olarak değerlendirme gayretinde... Buna fırsat vermek Türkiye'nin, bir yüz yıl daha kaybetmesi demektir.