Hukuk devleti ilkesi günümüzde gelişmiş ülkelerin kabul ettiği evrensel bir ilkedir. Türkiye’de de anayasal düzeyde kabul edilmiştir. Bir başka deyişle Türkiye 1982 anayasasının ilgili maddesi gereğince “hukuk devletidir.” Kavram yetki sahibi kişilerin yetkilerinin sınırlarını çizer. Bu ilkeye göre her düzeyde yönetici (ya da diğer hak sahipleri) önceden belirlenmiş sınırlar içerisinde hareket etmek zorundadır, dolayısıyla keyfi davranamazlar.Hukuk devletinde yasaklanmamış olan şeyler kural olarak serbesttir. Bu şekilde bireysel olarak özgürlük alanı genişletilmişken, başkasının özgürlüğünü başkasına, hatta devlete (idari yargı) karşı koruma görevi devlete verilmiş olmaktadır.
Hukuk devleti ile "kanun devleti" kavramını da birbirine karıştırmamak gerekir. Zira kanunlar her zaman hukuka uygun olmayabilir. Örneğin Çin'de "tek çocuk" politikası (ya da yeni haliyle iki çocuk politikası) kanuna uygundur, ama hukuk devleti ilkesine aykırıdır. Zira insanın en temel hakkı olan yaşama hakkını (zorunlu kürtaj ile) sınırlandırmaktadır.
Kuvvetler ayrılığı ilkesi hukuk devletinin vazgeçilmezidir. Zira yasama, yürütme ve yargı olmak üzere üç erkten oluşan devlet yapısında, bunların birbirinden "bağımsız" olması hukuk devletinin en önemli teminatıdır. Bugün neredeyse bütün gelişmiş ülkelerde bu ilke kabul edilmiştir. Hatırladığım kadarıyla sadece İsviçre’de kuvvetler birliği ilkesi uygulanmaktadır ama bu uygulama kendi içerisinde sorun teşkil etmemektedir.Başkanlık sisteminin hâkim olduğu ABD'de de bu ilkenin özel bir şekli söz konusudur.Türkiye'de ise bu ilke anayasal olarak 1961'de kabul edilmiştir. Ondan önce özellikle yasama ile yürütme birliği söz konusu idi. İlk dönemlerde ise yargı da meclis içerisinden oluşturulmuştu. Nitekim İstiklal Mahkemeleri TBMM üyelerinden oluşturulmuştu. Elbette böyle bir şey kabul edilebilir değildir.
Bu üç ilke arasında fren-denge sistemi olarak bilinen mekanizma sağlıklı çalıştığında sorun çıkmamaktadır. Ancak zaman zaman dengeler birinin lehine dönebilmektedir. Yürütme lehine dengenin bozulması “diktatörlük” olarak tezahür etmektedir. Bu yüzden yürütme organlarının güçlendirilmesi bizde hep sakıncalı görülmüştür. Bu yüzden yerel yönetimlerin yetkileri artırılamamakta ve “başkanlık” sistemine karşı çıkılmaktadır. Oysa başkanlık sisteminde yürütme organı parlamento dışından atanmaktadır. Mevcut parlamenter sistemde yürütme organının yasama organı ile ilişkisi gayet tartışılır bir durumdadır.
Eğer denge yargı lehine değişirsebu sefer de yargı diktası olarak isimlendirebileceğimiz “jüristokrasi” ortaya çıkmaktadır. Kavram etkili olarak 28 Şubat döneminde kamuoyu gündemine geldi. Gündeme getiren de “zor zamanda konuşan” Hasan Celal Güzel’di. Türkiye’de önemli makamlarda bulunmuş olan Hasan Celal Güzel “güzel” çalışmalarını sürdürmektedir. Ülkemizde yargı üzerinde baskı olduğu ben kendimi bildim bileli hiç eksik olmadı. Ama 28 Şubat sürecinde olan şey, yüksek yargı mensuplarının askerlerden brifing alması noktasına gelmişti.
Yargı bağımsızlığı gerçekten önemlidir. Bunu bir örnekle açıklamak isterim. İngiltere’de yargıçlık mesleği son derece saygındır. Bizde olduğu gibi kısa bir stajyerlikten sonra yargıç olunmaz. Yanlış hatırlamıyorsam 15 yıllık bir deneyimden sonra kararlara imzalarını atabiliyorlar. Bu ülkede yargıçların maaşı da sorun değildir. Devlet vicdan ve cüzdanlarının arasında kalmamaları için maaşlarını açık çekle ödemektedir. Şöyle bir olay nakledilir: Yargıçın birisi, deneme maksatlı olarak, örneğin teamülen üst limit 10.000 paund olduğunu varsayalım, çeke bir milyon paund yazmış. O zamana kadar ki teamüllere aykırı gözüken bu talep karşısında kraliçeye danışmaya karar veren birim yöneticilerinin kraliçeden aldığı cevap ilginçtir. “Eğer ihtiyacı olmasaydı istemezdi, ödeyin…” Ancak çek bedelinin kendisine ödeneceğini öğrenen yargıç, niyetini açıklar ve kabul etmez. Devlet ciddiyeti ile bağdaşmayan böyle bir durum ise cezasız kalmaz ve yargıç görevinden uzaklaştırılır.
İngiltere’nin yargıç bağımsızlığından anladığı bu. Bir de bizden örnek verelim.Hatırlar mısınız bilmiyorum, bir savcı Genelkurmay Başkanı ile ilgili en temel vazifesi olan "iddianame" hazırlamıştı da HSYK tarafından meslekten atılmıştı. İlgili şahıs (Ferhat Sarıkaya) ancak 2010 referandumundan sonra işine geri dönebildi.
Demokrasilerde asıl olan yetkilerin paylaştırılmasıdır. Yetki paylaşımını iki şekilde anlayabiliriz. Bir taraftan siyasi olsun ya da olmasın
yetkilerin belli ellerde toplanmasının önlenmesi, diğer taraftan kimi zaman yasal düzenlemelerle kimi zaman da oluşan siyasi kültür ya da demokrasi kültürü ile
görev sürelerinin sınırlandırılmasıdır. Demokrasi kültürünün yeterince yerleşmediği ülkelerde yasal ya da anayasal düzenlemelerle bu sınırlandırmaların getirilmesi önem taşımaktadır.
Güç dengesinin yargı lehine döndüğü dönemler de olmaktadır. Bu sadece bizde değil, McCarthydönemi ABD'sinde de yaşanmıştır.Malumunuz son dönemlerde en fazla 28 Şubat Süreci ve 2007 Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde hissedildi bu dikta... O dönemde 11 kişilik Anayasa Mahkemesi gerek ideolojik yapılanması ve gerekse de Anamuhalefet Partisinin her fırsatta yaptığı şikayetlerle neredeyse hükümetlerin bütün icraatları mahkeme tarafından engelliyordu. Adeta eli kolu bağlanmış, esir alınmış bir yürütme organı vardı. Partiler sıkı bir takibatla ilk fırsatta kapatma davasına muhatap olur, akla ziyan gerekçelerle kapatılır, siyasal ve sosyal hatta ekonomik sonucunun ne olacağı hiç hesaplanmazdı. Bu icraatların hukuki mülâhazalarla değil, siyasi gerekçelerle yapıldığı konusunda toplumda adeta consensus olurdu. 11 kişi Türkiye'nin kaderini belirler, adeta barışa dinamit atılırdı.
Yargı, kendisini bu ülkenin kurucusu ve gerçek sahibi gören mutlu azınlık (oligarşik kesim) için adeta arka bahçeydi. 12 Eylül 2010 referandumu bu yüzden her iki taraf için de önemliydi. Zira en sorunlu iki kurum olan HSYK ve Anayasa Mahkemesinin yapısını değiştiriliyor diğer arka bahçe olan Cumhurbaşkanlığı müessesesini de seçimle belirlenmesi düzenleniyordu. Böyle de oldu. Bu kurumlar yeniden yapılandırıldı. HSYK Seçimleri yapıldı ve bütün üyeler değişti. Anayasa mahkemesinin de karar alma şekli değiştirilerek parti kapatmalar zorlaştırıldı. O günden bu güne şükürler olsun kapatılan parti olmadı. Mahkemenin yapısı ve karar alma şekli değişmeseydi az kalsın Türkiye'nin en büyük ve o anda iktidarda olan partisi kapatılacaktı. Bir düzine kadar insanın vereceği bu kararın Türkiye'de yol açacağı ekonomik, sosyal ve siyasi sonuçları düşünmek bile istemiyorum. Kısa vadede sonuç veriyormuş gibi gözüken bu politikalar, uzun vadede toplumsal kabul görmemekte ve barış zedelenmektedir. Bu yüzden planlamaların siyasi gerekçelerle değil hukuki ve ekonomik gerekçelerle yürütülmesi gerekir. Bu gerçek geçmişte olduğu kadar bugün de geçerlidir.Bugün diktatörlük deyince başkanlık sistemini anlayanlara hatırlatmak istedim.