Pandemi salgınıydı, oydu buydu derken neredeyse iki, üç yıldır gitmediğim meslek edindirme kursları adı altında hemen her semtte bulunan kurslardan bana yakın olanına kayıt oldum. Emekli olanlar için birden bire boşluğa düşmemeleri açısından bu hobi kurslarının faydalı olduğunu düşünüyorum. Sadece emeklilere mi? Ev hanımlarına, okullarını bitirmiş iş bulamayan gençlere, meraklı olan, becerisini arttırmak isteyen herkese açık bu kurslar. Kadınlara olduğu kadar erkekler için de ayrı kursları var. Yılsonunda kurs bitirme belgesi veriliyor, iş yeri açabilme ya da bir şekilde değerlendirme amacıyla.

Çeyizini tamamlayan genç kızlar, yemek çeşitlerini öğrenmek isteyen kadınlar, evini tablolarla süslemek isteyenler, ahşap, çini objeler, takı, keçe, dikiş, nakış aklına ne geliyorsa burada öğretiliyor yapılıyor. Sadece boş zamanlarını değerlendirmek isteyenlere değil becerisini geliştirenler; dışarıya iş yaparak ekonomilerine katkıda bulunanlara da kazanç kapısı oluyor. Bunların yanı sıra kurslara gelen kadınlar; birbiri ile kaynaşarak arkadaşlık, dostluk kuruyorlar, dertleşip söyleşiyorlar.

Ben de emekli olduktan sonra bu kursları keşfettim. Severek çeşitli kursları tamamladım. Kızımın geleneksel çeyizini tamamladım. Bir şeyler üretmenin, öğrenmenin keyfine vardım. İşte yine kurstayım. Takı tasarımına kayıt oldum, kadınların incik boncuğa ne kadar meraklı olduğunu bir kez daha anladım. Takıp takıştırmanın tarihi yolculuğuna çıktım adeta. Kursun ilk gününden bahsedeceğim.  Birbirine yabancı olanlar, tanımayanlar soruyorlar, öğreniyorlar insan merak ediyor, yanımda oturan kadın bana soruyor;

-Nerelisin?

-Afyonkarahisarlıyım.

-Hiç benzemiyorsun Afyonluya. Benim komşum da Afyonlu.

Cümlenin gelişinden, soran kadının tavrından pek olumlu bir şey çıkacağı yok gibi. Belli ki şikâyetçi olacak. Bütün Afyonluları bir kalemde karalayacak ön yargıya sebep olan komşusunu merak ediyorum. Aslında zoruma gidiyor, bir hemşehrimin hakkında olumsuz bir şey duymak. Hemen savunmaya geçeceğim ki fırsat kalmıyor. Başka bir kadın; yanımdaki bu kadına soruyor;

-Sen nerelisin?

-Kayserili.

-Benim de eşim Kayserili. Bir kayınvalidem var, Allah düşman başına vermesin.

Öteki kadın; benim kayınvalidem de; ‘Yozgatlıları hiç sevmezdi. Gözüm görmesin Yozgatlıyı derdi, gitti eliyle Yozgat’tan gelin aldı. Şimdi başında bir Yozgatlı var.  Büyük konuşmayacaksın.’’ diyor gülüyor.

Başka biri;

-Sen Karadenizlileri görmemişsin,

-Ya Adanalılar?

Neredeyse seksen bir( 81) il, dokuz yüz elli yedi ( 957) ilçe, üç yüz doksan yedi (397)kasaba ve otuz beş bin (35.000) köyümüzün bütün insanlarını zan altında bırakacak tespitlerle yargılamaya başladık.  Hangi ilimizin insanı daha kötü, daha kaba, konuşmalar bu şekilde sürüp giderken insanların iyi ya da kötü olmasını coğrafyaya bağlamak yerine kişiliği ile ilişkili olduğunu açıklayarak noktayı koyduk.

Noktayı koymasına koyduk ama kişiliği şekillendiren etmenleri; biyolojik (kalıtsal) etmenler, koşullanma, aile etkileri, bilişsel koşullar, benlik bilinci, çevresel faktörler gibi doğum öncesi ve doğum sonrası dönemler bireyin önemli ölçüde ve doğrudan etkileyen dönemler olduğunu göz ardı edemedik. Kişiliğin sonradan aile, toplum ve sosyal kültürel değerlerin etkisi ile oluşan yönü karakteri oluşturur. Dürüst, çalışkan, özverili, hırslı, dalkavuk, yalancı, dolandırıcı olmak gibi kişiliğin ahlaki ve toplumsal yönünü temsil eden karakter çocukluktan itibaren sosyalleşme yoluyla şekillenir.

Bireyin toplumsal yapıyı öğrenme ve ona uyum sağlama süreci olan sosyalleşmede aile, oklu, arkadaş çevresi, siyasi, dini, mesleki ortamlar ile kitle iletişim araçları önemli rol oynuyor. Kişi sosyalleşme yoluyla içinde yaşadığı toplumun yapısını içselleştirerek benlik ve kimliğini kazanıyor. Kişilik; aileye, yetişmeye, eğitime, bağlı dedik. Eğitimsiz, cahil insanlarımızın azalmasını temenni ettik.

 Bu kez de eşleri, çocukları, kaynanaları, gelenekleri, düğünleri, öğretmenleri, eğitimi, siyaseti, hayat pahalılığını, psikolojik rahatsızlıkları, dini bilgileri, günlük olayları, şehitlerimizi, takıntılarımızı dilimize doladık. Bazen hüzünlendik, gözyaşlarımızı tutamadık, bazen neşelendik güldük geçtik.  Konular daldan dala atlayarak sürüp gitti.

En son yöresel yemek tarifleri, kışlık hazırlıklar, soslar, turşuları konuştuk. Şen kahkahalar arasında, yaşam stresinden bir günlüğüne de olsa arınarak yaptığımız işe odaklandık. İçimizdeki sıkıntıları dökerken herkesin ayrı bir hikâyesi olduğunu gördük.

İleriki günlerde kurulacak dostluk, arkadaşlık temellerini atarak, her zaman var olan yaşama umudumuz dün kaldığı yerden değil, bugün yeniden doğarak ilerletmek adına günümüzü tamamlıyoruz. Kuş gibi hafiflemiş evlerimizin yolunu tutarken yaptığımız işlerin devamını ve konularımızı bir sonraki derse bıraktık. Sonra da düşündüm şehirlerimiz mi, kişiliklerimizi oluşturuyor? Yoksa kişiliklerimiz mi şehirlerin adını çıkarıyor? Bir döngü içinde dönüp duruyor mu bu olgu?