Mevlânâ müzesinden sonra, kelebekler vadisine yöneldik. Türkiye’nin tek, Avrupa’nın en büyük kelebek parkı…  Büyük bir alana kurulmuş dev bir karmaşık bir yapı. İçerisi sıcak ve nemli. Kelebekler uçuşuyor gözünüzün önünde renk renk, çeşit çeşit. Bazen başınıza konuyorlar, bazen omuzlarımıza. Hiç kımıldamadan fotoğraf çekinmek istiyorsunuz, tam çekinirken uçuveriyorlar. İçerisinde envai çeşit tropik bitki, küçük bir şelale, müze ve yüzlerce kelebeğin yumurtası bulunuyor. Kelebekler, pupa olarak Filipinler ve Kenya’dan getiriliyormuş. Kelebeklerin ömrünün bir gün olduğunu düşünüyorsanız, sizde ben gibi yanılıyorsunuz. Bir gün yaşayanlar, kelebeğe benzeyen mayıs sinekleri imiş. Kelebeklerin bazı türleri bir yıl yaşarmış. Huzurlu, mutlu bir ortamda kendimi bir başka dünyada hissettim bir, iki saatliğine…

 

               

Sille’nin tarihi köyünü görmek üzere yola çıkıyoruz. Konya Merkez’den 8 km mesafede bulunan Sille, neredeyse 3.000 yıllık bir bölge. Antik dönemde ‘’Sylla’’ olarak bilinen Sille, özellikle Roma döneminde iskân gören bir yermiş. Sille’yi bu kadar özel kılan nedenlerden birisi de, o dönemlerdeki Kral yolu üzerinde bulunmasıymış. Binlerce yıllık bir bölge olan Sille’de Aya Elenia Müzesi en önemli yapı olarak bilinse de; şapeller, kiliseler, hamamlar, çeşmeler, camiler, çamaşırhaneler, suyolları bulunuyor. Tepelerde yer alan ve dağların içerisine oyularak inşa edilen Koimesis Tas Panagias Kilisesi de mutlaka görülmesi gereken yerlerden. Ayrıca birçok mağara da, Sille Mağaraları olarak biliniyor.

             

Bu arada, Sille’de tam da tepede bir kale dikkatimi çekiyor. Adı: Gevela Kalesi. O dönemlerde Araplar sıkça Sille’ye akın ettikleri için, Bizanslılar şehri savunmak adına bu kaleyi M.S. 7.yy’da inşa etmişler. Arnavut kaldırımlı taş sokaklar, küçücük bir nehir, taş evler poz verircesine karşımızda beliriyor. Binlerce yıllık tarihi değerlere ev sahipliği yapan Sille’de, hala devam eden el sanatları günümüzde de korunmuş. Özellikle Sille taş işçiliği hala atölyelerde sanatkârlar tarafından satır satır işleniyor. Yaşanmış tarihi içimizde hissederek ayrılıyoruz Sille’den.

           

Meram yoluna düşerken yine anılarım üşüşüyor. Tur otobüsümüzün camlarından seyrettiğim yerler bana çok yabancı geliyor. Villalar yapılmış, varlıklı Konyalıların yaşam merkezi olmuş.  Üniversiteyi okuduğum okulun önünden geçerken bir başka heyecanlanıyorum. Yaşadığım yılların ipuçlarını aramaya çalışıyorum.

            

Bazı hafta sonları, Meram bağlarına pikniğe giderdik.  Konya’da bisiklet kullanımı çok yaygındır. Düz ova olduğu için, otomobilin yanı sıra bisikleti tercih ediyor Konyalılar. Babamın da bisikleti vardı. Yiyecek içecek ne varsa bu bisiklete doldurur, erkek kardeşim ile ben babamın önüne, küçük kız kardeşim,  annemin kucağında arka seleye,  beş kişi hepimiz binerdik. Bir de kuzumuz var adı Alâeddin. O da peşimizde Meram’a kadar gidilirdi.  Sıcak, bunaltıcı günlerin, serinleten temiz havası, şırıl şırıl akan Meram deresi ile en sevdiğimiz yerlerden biridir Meram. Yemyeşil ağaçların gölgeleri altına sererdik çullarımızı,  kilimlerimizi, çıkarırdık; ne getirdikse evden, küçük tüp ile demlenirdi çaylar. Çocuklar çocukluğumuzun tadını çıkarırken, kuzumuz da kuzuluğunun tadını çıkarırdı. Her gelişimizde yeni yeni keşfederdik Meram’ı. Dere’nin iki kenarına sıralanmış, iğde ağaçlarının kokusu ciğerlerimize işler, huzur doldururdu içimizi. Daha gerilere giderek, akan derenin bir kolunun bulur, etraftaki bahçelerin sulanması için açılan arkta, suya girerdik.



Çay bahçelerinin ve konakların gülleri bakmaya doyamadığımız güzellikler arasındaydı.  Tavus Baba türbesi ve camisi her zaman kalabalıktı. Her gelişimizde ziyaret ettiğimiz türbenin, içine neden tuz bıraktıklarını o zamanlar anlayamamıştım.

           

‘’Tavus Baba’’ diye bilinen gizemli türbenin içinde yatanın kadın mı erkek mi? Olduğu tartışılan asırlardır bu türbe hakkında çeşitli görüşler ileri sürülmüş, yazılar yazılmış. Tavus kuşunun güzelliğinden dolayı kadın olması muhtemel olan türbe hakkında araştırmacı yazarlarımızdan Nezihe ARAZ ve Hasan ÖZÖNDER’in görüşlerine göre;

     

Meram bağlarındaki “Tâvus Baba” diye anılan türbe ise bir “Gizemli” düğümdür. ‘’İçinde yatan var mı? Varsa kadın mı erkek mi? ‘’ Kimsenin bu konuda bir bilgisi yoktur. Nezihe Araz’ın anlatısına göre, Buhâra’dan, Şiraz’dan, Deşt’ten oluk oluk insanın Anadolu’ya, daha doğrusu Mevlânâ’yı görmeye aktığı devirde, Konya’ya bir kervan gelir. İçerisinde hangi dinden, hangi mezhepten olduğu sırrını hâlâ koruyan bir kadın vardır. Görmeden kavrulduğu Mevlânâ aşkıyla sabır kitabını okumuş olan, aynı zamanda dünyalar güzeli bu kadın, meram bağlarında küçücük bir tepeyi her yerden çok beğenir.

      

Meram’ın ünlü  ‘’Ateş gülleriyle, Katmerli Sultan Sümbülleriyle’’ bir cennet görünümünde olan bu tepede küçük bir kulübe yaptırmaya karar verir. Mevlânâ âşıkları, bir sabah vakti Meram bağlarında yapılan bir sema töreninden dönerken, küçük tepenin eteklerinden gelen tatlı bir rebâb sesi duyarlar. Ses o kadar ahu gibidir ki ahengine kapılmamak, peşine düşmemek ve “Hay dost!” deyip sema etmemek mümkün değildir.

           

Yukarıda rebâb, aşağıda semâ devam eder. O sabahtan sonra, bu küçük tepenin eteğinden geçmek Mevlânâ âşıklarının bir âdeti haline gelmiş. Artık her şafak vakti, yüzünü bile görmedikleri bu kadının rebâbıyla ruhlarını yıkamakta, berrak bir halde yollarına devam etmektedirler. Bu arada dedikodular da eksik değildir: Kadın neden kendini saklıyordu, Mevlânâ’dan mı? Başka şeyden dolayı mı? Bu bir sır idi ve öyle de kalacaktı. Zira yine bir şafak vakti, gül ve sümbül dolu bu tepenin eteğinden geçen dervişân, bu sesi duyamaz.

           

Yürekler kuşkuda, gönüller korkuda olarak, Mevlânâ’ya dönerler. Mevlânâ: “Gidip kulübeye bakın” der. Nefes nefese yukarı çıkan dervişler, bomboş kulübenin ortasında henüz sıcaklığını koruyan bir kucak tâvus tüyünden başka bir şey bulamazlar. Dervişân, meseleyi mürşidleri Mevlânâ’ya aktardıklarında: “Türbesini yapın” diye emreder.  Bu Tâvus’un Menâkıbu’l-Ârifin’de bahsedilen “Tâvus-ı Çengi” olması muhtemel görünmektedir.

            

Zira o da bir çalgıcıdır. Gerçi o harp çalmaktadır ama bunun söylencede “rebâb”a dönüşmüş olması mümkündür. Menâkıbu’l-Ârifin’e göre, Vezir Ziyâeddin’in hanında Tâvus adında harp çalan ve emrinde cariye kızlar çalıştıran bir hanım vardı. Sesi de kendisi de çok güzel ve gönül okşayıcı idi. Saz çalmasındaki maharetinden ötürü bütün âşıklar onun esiri olmuşlardı. Tesadüfen bir gün Mevlânâ o hana girerek Tâvus’un karşısına oturur. Tâvus,  Mevlânâ’nın huzuruna gelerek baş koyar, sazını Mevlânâ’nın eteğine vurup onu kendi hücresine davet eder. Mevlânâ onu kırmayarak hücresine gider ve sabahın erken vaktinden akşam namazına kadar onun hücresinde namaz ve niyazla meşgul olur.

             

Sarığından bir dolama miktarı keserek Tâvus Hâtun’a verir; cariyelerine de para bağışlarında bulunur. Aynı gün, sultanın haznedarı Şerafeddin bu hana uğrar. Tâvus Hâtun’a âşık olur. Ona evlenme teklif eder. Ellibin dinar başlıkla onu nikâhlar. Zifaf gecesi ona: “Şimdiye kadar sende bu güzellik ve dilberlik yoktu. Bugünlerde seni zamanın Rabia’sı ve Züleyha’sı gibi görmemin sebebi nedir? Bu güzellik ve süs nereden geldi?” diye sorar. Tâvus Hâtun, Mevlânâ’nın hücresini şereflendirdiğini, başındaki sarık parçasını da onun verdiğini söyleyerek bu güzelliklerin kaynağına işaret eder. Hazinedar, Mevlânâ’ya teşekkürlerini sunup onun müridi olur. Tâvus-i Çengi’nin manevî durumunda da güzel değişmeler olur:     Bütün cariyelerini âzat edip evlendirir. Konya’nın bütün hanımları da onun müridi ve onun kerâmetlerine tanık olurlar. Ve o han da Müslümanların hamamı olur. Şimdi orası meşhûr “Nakışlı Hân” olarak bilinmektedir. 

           

Öyleyse “Tâvus Baba” diye bilinen türbenin bu hanıma ait olması muhtemeldir ve “Tâvus Hâtun”, birileri tarafından “Tâvus Baba” olarak değiştirilmiştir.  Nezihe Araz’ın deyimiyle, gönlü dar bazı insanlar bu küçük efsaneyi beğenmeyip kaş çatıp: “Tâvus Hâtun değil, o Tâvus Baba idi. Mevlevî değil Hüdâî idi” diye konuşup durdular. Tabelalar değişti, “Hâtun” sözcüğünü yazmak dinen edepsizlik sayıldı ve onu “baba” diye bilmek onların dinlerine daha uygun geldi. 

           

Karamanoğlu Mehmed Bey (1246–1277)  zamanında türbenin doğusuna büyük bir mescidle kesme taşlardan bir Dâru’l-Huffaz inşa edilmiştir. Bugün bunlar hâlâ ayaktadır. Zamanla harap olan türbe, 1905 yılında dönemin postnişini Abdülvâhid Çelebi ve 1958 yılında da Konyalı bir hayır sahibi tarafından onarılır.  Uz’un da dediği gibi, içinde yatanın kim olduğu önemli değildir aslında; önemli olan onun bir veli olarak anılmasıdır. 

      

Günümüzde Konyalılar ince hastalığına tutulmuş hastalarını şafak vakti bu küçücük kerpiç kulübenin önüne getirirler.  Tâvus Baba’dan şifa isterler. Ayrıca bir muradı olan cahil-kültürlü her kesimden insan tarafından 1 (bir) kilo tuz hediye edilerek ziyâret edilir. Denir ki, buraya bu niyetle gelip de boş dönen olmamıştır.   

           

Burada hatırlatmak gerekir ki Türkiye’de bilinen ilk kadın türbesi, Afyonkarahisar’ daki Meryem Ana türbesidir. Türkiye’deki toplam kadın türbesi sayısı ise 130’dan fazladır. Ancak, aile efradını da kapsayan şeyh türbelerini de sayarsak bu sayı büyük oranda artar. Kadın türbeleri ya kendi adlarıyla veya Süt Evliyası, Kız Evliya, Üç Kızlar/Üçler, Yedi Kızlar/Yediler, Kırk Kızlar/Kırklar gibi adlarla bilinirler. “Yediler” veya “Kırklar” adını taşıyan türbelerde, hem kadın, hem de erkek erenler yatmaktadır.

            

Yukarıda söylendiği gibi, Konya’daki Tâvus Baba türbesi bir kadına ait olduğu halde, birileri tarafından böyle adlandırılmış olmasına karşın, Bergama ve Edirne’deki Kız Türbesi’nde erkek yatmasına rağmen halk tarafından yanlış olarak kadın türbesi diye bilinmektedir. (Bergama’daki Lokman Dede’ye,  Edirne’deki 1967’de ölmüş olan bir adama aittir. ) Aslında, “Baba” kelimesinin bazen kadın veliler için kullanıldığı da olmuştur. “Melek Baba” gibi kullanımlar buna örnektir. Zira halk dilinde “baba”, insanlara şu veya bu şekilde çok yardım eden kişiler için kullanılır.

           

Kadın türbeleri genelde kadınlar tarafından ve kısmetin açılması, çocuk sahibi olmak, yatağı ıslatan çocuğun iyileşmesi gibi kadınları ilgilendiren konularda onların şefaatlerini istemek için ziyaret edilir. Akıl hastalıklarından birine duçar olmuşların getirildiği Ankara–Nallıhan’daki Bacım Sultân ile sıtma hastalarının ziyâretgâhı olan Bolu–Göynük’teki Şıhlar türbesi, birer istisna olsa gerektir. Temiz bir aşkın sonucu olarak ölenlerin türbeleri ise hem kadın hem de erkekler tarafından ziyâret edilir. Aslında, konuyla ilgili yapılmış detaylı bir araştırma olmamasına rağmen, bütün türbelerin ziyâretçileri genelde kadınlardır (bazı araştırmacılara göre bu tür ziyâretlerde bulunmayan Hakkâri ve civarında oturan kadınlar bu hükmün dışında kabul edilebilir ) ve bu, 1920’lerden sonraki devrimlerle de değişmemiştir.   

           

Denir ki ateş gülleriyle dolu olan Meram sokaklarında gezerken bu türbelerde yatan derviş, âlim ve Tâvus’u anmayı ve bir Fatiha okumayı unutmayanlar, onları hep yanlarında hissederler.  (Kaynak: KONYA MERAM BELEDİYESİ Konevi Araştırma Merkezi MEBKAM )

             

Biz de Tavus baba türbesini ziyaret ettiğimizde büyüklerimizle birlikte ellerimizi açıp, bildiğimiz duaları okur, içimizden, başarılı olmak için Allah’a yalvarırdık. 

           

Türbeden sonra, daha yükseklerine çıkardık Meram’ın. Ağaçlar arasında kaybolduğunu sandığımız bir anda, kendiliğinden aşağılara doğru inerek bulurduk oturduğumuz yeri.  Dolaştığımız her yerde piknik yapan aileleri, gezmeye gelen yerli yabancı turistleri görürdük.

           

Meram’da Dere köyüne kadar gittiğimiz de oluyordu. Hele Kızlar Kayası denilen yerlere geldiğimiz de duyduğumuz efsaneleri yeniden yaşar, ibretle seyrederdik kayaları. Gerçekten de kayalar insan gibi gelirdi gözümüze, birbirimize göstererek ‘’Bak şu, devenin üstüne binmiş gelin, bak şu gelinin sandığı’’ işaret ederdik…

          

Kızlar Kayası aslında, Vadi-yi Meram ile Tavus baba Tepesi arasında aynı adla bilinen mevkide rüzgâr ve su erozyonuyla oluşmuş, peribacalarını andıran bir yer şekli idi. Burada bulunan devasa kayalar insan şeklini andırdığından;  hakkında zamanla söylenceler ortaya çıkmış. İki söylenceden birine göre; Konya’dan Dere’ye bir düğün kafilesi gitmektedir. Gelin, hacet gidermek amacıyla bir çeşit yufka olan şepitle taharetlenir. Allah indinde hoş karşılanmayan bu durum üzerine gelinle birlikte kafiledekiler taş kesilirler.

       

Diğer söylenceye göre de Konya’dan Dere’ye gelin götürülmektedir. Fakat gelinin Konya’da civan bir sevgilisi vardır. Ondan ayırır ve Dereköy’lü bir gence verirler. Konyalı genç kara sevdalar içinde beddua eder ve: “Bir daha Konya’ya yönünüzü dönerseniz taş olunuz inşallah” der. Tam yarı yolda gelin Konya’ya döner, bir “Ah!” çeker… İşte bu sırada bütün kafile olduğu yerde taş oluverirler.

 (Kaynak:  Mehmet Önder ve Prof. Dr. Saim Sakaoğlu’ “Kızlar Kayası”, Meram Dergisi, Aralık 1999, sayı 2, s. 1819)

           

Tur otobüsümüzle Meram Bağlarını şöyle bir dolaştıktan sonra Konya’nın ünlü tandır kebabını yemek üzere bir restoranda giriyoruz. Neredeyse Meram Bağlarının hemen her tarafı göze hitap eden restoranlarla dolmuş, taşmış. O çocukluğumdaki güzelliğini kaybetmiş gibi geldi bana. Belki de gençliğimi aradığım ve bulamadığım için öyle geldi.

           

Meram’dan sonra yine Konya merkeze döndük. Alâeddin Tepesinin etrafından kaç kere geçtik sayamadım. Dönüp dolaşıp aynı yere geliyorsunuz. Bu arada Mevlana Türbesine giden yolda İplikçi cami gözüme çarpıyor. Onunda bir efsanesi var.

           

Selçuklu eseri İplikçi Camii'nin yapımı ile ilgili efsaneler anlatılır Konya'da, derler ki; iplikçi Camisini bir adam "Ben kimseden yardım almadan yaptıracağım. Sevabı sadece benim olacaktır." diye yaptırmaya başlar. Bu arada bir kadın tebelleş olur. "ne olur Allah aşkına, benim şu paramı da alın camiye harcayın" dermiş. Ama yaptıran adam ustalara "kimseden bir şey almayın" diye tembihlediği için ustalar o kadının parasını almazlarmış. Kadına "ağamız kimseden yardım kabul etmeyeceksiniz" diye sıkı tembihledi, boşuna uğraşma senin yardımını almayız derlermiş. Kadın her gün gelirmiş, istediğini söylermiş ustalarda her gün olmaz almayız koy git başımızdan kadın derlermiş. Kadın geçimini iplik bükerek sağlarmış. Onun için de kadına iplikçi derlermiş. Bir gün kadın büktüğü iplikleri kırpık kırpık kırpmış. Gece gizlice gelmiş iplik kırpıklarını caminin duvarının örüldüğü harca karıştırmış. Ertesi gün ustalar hiçbir şeyden haberleri olmadığı için kadının iplik karıştırdığı harcı duvar yapmada kullanmışlar Neyse aylar geçmiş. Cami yapılmış bitmiş. Bir gün camiyi yaptıran sevabı bana olacak diyen adam, rüyasında bir "pir" görmüş. O pir "o caminin sevabı sana yazılmadı. Harçlara ipliğini karıştıran kadına yazıldı." demiş. Ogün bu gündür caminin adı İplikçi Camii olarak kalmış.

           

Öyle çok gezilecek yerleri var ki sevdalısı olduğumuz bu şehrin. ‘’Gez Dünyayı, Gör Konya’yı ‘’derlerdi. Her geçen gün modernleşen yüzü, onun özünü bizlere unutturmaya başladı ne yazık ki…




 [WK1]