Çok isabetli bir tesbit vardır; ‘hiçbir ülkenin güvenliği sınırından başlamaz.’ diye… Bu yüzden 1990’lı yıllarda Sovyetler Birliği dağıldığında Türkiye’nin etkinlik alanı olarak ‘Adriyatik’ten Çin Seddine’ kadar alanı belirlemiş olması son derece isabetli idi. Zira zaman bize gösterdi ki; ne ‘komşularla sıfır sorun’ politikası ne de yurtta sulh cihanda sulh’ sloganı bir temenninin ötesine geçebiliyor.
2000’li yıllarda nice ezberlerimiz bozuldu ama ne Türkiye geriye gitti, ne de yer yerinden oynadı. Bunların en önemli ayaklarından birisi de dış politikaya dairdi. "Monşer" diplomatlar Türkiye'nin dış politikasında daima batı ile birlikte hareket etmesi gerektiğini savunur, siyaset de buna göre şekillenirdi. Bizi pek şaşırtmazlardı yani... Diğer pek çok hususta olduğu gibi dış politikada da hedefler batı endeksliydi bir başka deyişle... Aksi pek örnek yoktu doğrusu... Belki olsa olsa Kıbrıs Harekâtında, batıya rağmen "stratejik" bir adım atılabilmişti geçmişte... Onun da nedeni; Ecevit'in nisbi olarak gerçek solcu, Koalisyon ortağı Erbakan'ın Milli duruşu ve elbette MHP'nin Milliyetçi çizgisinin etkisi idi. Süreç içerisinde bedelini Türkiye'ye ödetseler de, dönemin ağır koşullarında Türkiye bu stratejik adımı atabilmişti. Uygulanan ambargo Türkiye'nin batı ittifakı yerindeki pozisyonunu gözden geçirmesine neden oldu ama, iki kutuplu dünyada çok az şey yapılabildi. İlk somut adım da Özal tarafından atılabildi.
Bu dönemde Türkiye Ortadoğu konularında politikasını sürekli ABD, dolayısıyla İsrail'e endeksli yürütürdü. Her seferinde kendi baskıcı yönetimlerinin altında ezilen mazlum Ortadoğu halkı, Türkiye gibi Osmanlı'nın hakiki varisi kabul edilen bir ülkenin desteğini bekler ama hayal kırıklığına uğrardı. Filistin gibi haklı bir davada bile Türkiye bu davanın yanında göstermelik olarak yer alır, onları terörist olarak doğrudan tanımlamasa da İsrail'in tutumuna karşı çıkamazdı.
Bütün bunlar 2000’li yıllarda yavaş yavaş değişmeye başladı. Dışişleri Bakanı değil ama bir büyükelçi ve Başbakan danışmanı olarak Davutoğlu uzun yıllar içerisinde teorik birikimini oluşturduğu düşüncelerini pratiğe dökme fırsatı yakaladı. Ama doğal olarak gerçek "teoriden" biraz farklıydı. Zira bulunduğumuz coğrafya yüz yıldan daha fazladır kazanların kaynadığı ateşten bir gömlekti. 2000'li yıllara kadar da bölge nezdinde Türkiye'nin oluşturduğu gerçek bir politika yoktu. 90'lı yıllara kadar Sovyet tehdidine, o da Avrupa'nın güvenliği için, endekslerden dış politikada ne bir gün SSCB'nin dağılacağı, ne de Türkiye'nin Ortadoğu ve Orta Asya halklarıyla aynı coğrafyada yaşadığı ve ortak değer ve çıkarlarının olduğuna dair bir politika geliştirilmişti. Berlin'de zahiri duvar, Ortadoğu halklarıyla aramızda "batıni-gözükmeyen" bir duvar vardı. Elbette bütün öngörüler doğru çıkmayabilirdi. Bu yüzden bahar havası estiren komşularla sıfır sorun politikası, çok ciddi adımlar atılmasına rağmen, çöktü. Bölge savaş alanına döndü. Tunus'ta kıvılcımı atılan Arap Baharı çok sürmeden sınırımıza dayandı ve Türkiye savaş tehdidiyle yüz yüze geldi.
Cumhurbaşkanına ait Birleşmiş Milletlerin 71. açılış oturumunda bir stratejidir olarak ortaya kona ‘dünya beşten büyüktür’ cümlesini tekrarladı. Ortak akılla belirlenip dünyada kamuoyu oluşturulmaya çalışılıyor. Sonuç verip vermeyeceği bilinmez ama, tarafınızın neresi olduğunu kesinlikle gösterir.Anlamını bilmeyenler olabilir. Çok kısa bir bilgi verelim. BM'nin 193 üyesi var. Hemen hemen bütün ülkeler BM'nin üyesi yani... BM'nin karar alma mekanizmasında en etkili organ da Güvenlik Konseyi... Bu Konseyin 5 daimi 10 da geçici üyesi var. Daimi üyeler İkinci Dünya Savaşı sonrası şekillenmiş dünyada iki komünist, üç de kendi deyimleriyle sözümona demokratik ülkelerden oluşuyor. Daimi üyeleri biliyorsunuz. Bu üyelerin kabul etmediği hiç bir kararın resmi geçerliliği yoktur. Zira her bir üye çıkan kararı 'veto' etme yetkisine sahiptir. Veto=geçersiz...
Dedik ya sözümona demokratik diye... Şimdi bu ülkeler babadan oğula geçen sistemden de daha berbat bir şekilde sürekli 'iktidarda...' Zira BM'yi bir anlamda dünyanın yönetildiği yer diye kabul ederseniz, ki öyledir, güçlülerin ortak yönetimi hiç değişmiyor. Bırakmaya da hiç niyetli gözükmüyorlar. Zira bir anlamda savaşla alınan bu yetki, ancak yeni bir savaşla geri alınabilir. Bu yüzden Türkiye'nin çabasının kısa vadede sonuç vermesini beklemek gerçekçi değildir. Şairin dediği gibi; tohum at bitmezse toprak utansın. Zafer değil, sefer öncelikli düşünmek gerek... Geçici üyeliğe gelince; bu ağıza sürülen bir parmak baldan başka birşey değil...
Hani sürekli demokrasi vurgusu yapılır ya; bizim beyinsizler de itibar ederler. Olanın bizim içişlerimize müdahale anlamı taşıdığını ve uzun vadeli bölme planının bir parçası olduğunu bir türlü farkedemezler. İkinci beyinsiz takımı da; 'demokrasi olmayacak da diktatörlük mü olacak' diyenler... Sanki demokrasiye çok saygıları varmış gibi... Ağababalarının protatipleri hepsi... Hala anlayamadıkları şey; demokrasinin sadece kendi halkları için bir hak olduğu gerçeğinden hareket etmiş olmalarıdır. Demokrasi az gelişmiş toplumlarda tabulaştırıldığı için bunun tartışmasını bile yapamazlar. Ama göremedikleri şey demokrasinin bu ülkeler için sadece kendi çıkarlarına uygun olduğu sürece kıymetli olduğudur. Ne Mısırdaki darbe ne de Türkiye'deki girişim akıllarını başlarına getirmedi. Adamlar bir ay kendilerine gelemediler darbe başarısız oldu diye...
Patronlar gelirlerini işçiler üzerinden elde ederler ve işçilerle paylaşılan devede kulak bile değildir. Beş daimi üye dışındakilerin rolü iş yerindeki işçinin rolü kadardır. Bunun anlamı da köleliktir. 'Dünya beşten büyük' demek bir başkaldırıdır. Patronların ne kadar rahatsız olduğunun da bir önemi yoktur. Hiç değilse tarafınızı belli etmiş olursunuz.