Trenimiz simsiyah gecenin içini yara yara ilerliyor. İçerisinin loş ışığında yolda okurum diye getirdiğim kitabımı açıyorum. Gözüm kitaba değil, pencerenin dışarısında ki karanlığına takılı. Kitabımı kaldırıyorum, camdan karanlığın ötesini görmek istiyorum. İlerilerde göz kırpan ışıklardan buraların yerleşim yeri olduğunu anlaşılıyor. Gece yorganının altında dinlenmeye çekilmiş doğa, sakin sessiz uyuyor. Biz de uyumalıyız. Yataklarımızı duvardan indiriyoruz, üst katta ki yatağa merdivenle çıkılıyor. Dört beş basamaklı portatif merdiven, kapı ile yatağın ucuna sıkıştırılmış. Onu oradan alıp, kancalarını üst yatağın olduğu yere takılarak çıkılıyor.



Pijamalarımızı giyip, yattık uyuyacakmış gibi. Her zaman özenirim gece yolculuklarında otobüs olsun, tren olsun, uçak olsun biner binmez uyuyabilen insanlara. Kompartımanımızın ışıklarını kapattık. Işık pencereden geliyor. Demin kapkaranlık olan dışarısı bize fısıldıyor; ‘’Ne uyuması? Kalkın!  Buraya uyumaya mı geldiniz?’’ Kendi kendime konuşuyorum: ‘’Evet haklısınız, böyle bir gece uyuyarak harcanılmamalı. ‘’ Yastığımı çenemin altına sıkıştırıyorum, yüzümü cama çevirerek,  yüzün koyu uzandığım yerden seyrediyorum yıldızları. Yıldızları güzel gösteren uzaklıklarıdır. ‘’Ay da var mı? Bilmem. ‘’görünmüyor, varmış gibi ortalık şeffaf gece mavisi. En sevdiğim renk.   Gökyüzü yere deniz gibi seriliyor. Güneşin ışığını içen dağlar ovalar, gümüşsü pırıltılarını saçıyor etrafa.  



Uyku tatlı geliyor trenin sarsıntısı ve gürültüsü arasında. Uyur uyanık kısa kestirmeler sonucunda saate bakıyorum her seferinde, zaman geçmiyor. Sabah olmayacakmış gibi geliyor insana. Kayseri’nin ışıklarını geriden görerek geçiyoruz gecenin altında. Tren, bazı istasyonlarda uzun süre bekliyor, karşıdan gelecek treni.



Nihayet gün ışımak üzere, güneş doğdu doğacak. ‘’Gecenin en karanlık anı, şafak sökmeden az öncedir.’’  demiş Victor Hugo. Aslında; ‘’  umudunu kaybetme, her karanlığın ardından aydınlık gelir, her gecenin ardından güneş doğar. İnsan olmak biraz da bu umudu korumaktır. ‘’ demek istemiş herhalde.  Özellikle bu günlerde umuda çok ihtiyacımız var.  Alaca şafağın söktüğünü görmek inanılmaz duygu. Siyah iplik beyaz iplik ayırt etme noktasındayız. ’’Fecirde beyaz iplik, siyah iplikten ayırt edilinceye kadar yiyin, için. Sonra orucunuzu akşama kadar tamamlayınız (Bakara 2/187) ‘’ manevi bir huzurla doluyorum. O huzur ki; maddiyattan sıyrılıp manevi boyutlara pencere açmak istiyorum. Derin düşünceler insanı bambaşka dünyaya götürüyor. Evrenin sırrına ermek istiyorsun. Âlem, ancak ilimle anlaşılabilir. İlim arttıkça âlemler değişir ve çoğalır. İşte biz bu ayrı ayrı âlemleri bir noktada toplayabildiğimizde insan oluruz.



 Mübarek Ramazan ayı da kapımızda... On bir ayın sultanını, bu yıl evlerimizde karşılıyoruz. Evlerimize sağlık, huzur, sofralarımıza bereket, kalplerimize iman ile sabır ile hoş gelsin. 



 Gecenin yavaş yavaş çekilip yerini gündüze bırakmasını izliyorum. Karanlık sökülüp gidiyor. Birden penceremden eşsiz güzellik ortaya çıkıyor. Gözlerimin karanlığı zümrüt yeşili sularda yıkanıyor. Sanki suyun içinden gidiyor trenimiz kıvrıla kıvrıla. Tren manzaranın daha iyi görünmesini sağlamak için yavaşlıyor.  İki dağ arasına sıkışmış geniş bir dere nazlı nazlı akıyor, bizimle beraber geliyor. ‘’Dağ başını duman almış/ Gümüş dere durmaz akar,/ Güneş ufuktan şimdi doğar, Yürüyelim arkadaşlar…’’ marşının söylendiği yermiş gibi geliyor bana. Akan suyun Fırat Nehri olması beni iyice heyecanlandırıyor.  Ortadoğu’nun en uzun akarsuyu olan Fırat Nehri, geçtiği Türkiye, Suriye ve Irak’taki kentlere hayat veriyor. Daha sonra Irak’ta Dicle Nehri ile birleşerek Şatt’ül-Arab’ı oluşturup ve Basra Körfezine dökülüyor.



Ağaçsız çıplak dağlar bakıra çalan yeşil renginde parlıyor. Dağlarının tepelerinin rengi çok farklı geliyor bana. Çok az kar kümeleri görünüyor kenarlarda. Kış mevsimi tasını tarağını toplayıp gitmeye hazırlanıyor, bahar da kışı bekliyor gitsin de geleyim diye.  Güzel manzara hızla arkada kalıyor. İliç İstasyonunda durdu trenimiz.  Burası yeni İliç garı... Eski gar, Bağıştaş Barajının suları altında kalmış, yeni garın etrafı bomboş, alışılmış garlar dışında soğuk bir görünümü var. Trenden inip yamaçlara doğru yürüdük. İleride bizi bekleyen dolmuşlarla Kemaliye’ye gideceğiz. Kahvaltıyı orada yapacağız.



Barajın 300 metre ötesinde çıplak bir tepede Çöpler Köyü’nün eski yerinde siyanürle altın üretimi yapılıyormuş. ABD şirketi, siyanür yöntemi ile altın üretmenin çevreye zararı olmadığına ikna etmek için köyün ileri gelenlerini ABD’ye götürmüş ve madeni gezdirmiş. 10’ar günlük gezilerinde Belediye Başkanından, muhtarlarına, milletvekillerine kadar pek çok kişiyi lüks otellerde ağırlayarak ikna etmişler.   Eğimli bir bozkır yamacından kuşbakışı görünüyor baraj. Çöpler Köyü, hemen barajın yanı başına taşınmış. Fırat ve baraj manzaralı...



 Bizi bekleyen minibüslere biniyoruz. Böyle turlarda mutlaka herkesi bekleten birileri olur. Minibüsün içinde bekliyoruz geride kalanları. Gelip zamanında oturanlara bakıyorum, hep emekli, belli yaşın üstündeki insanlar. Geç kalanlar ise daha çevik ve hareketli olduğunu düşündüğüm gençler. Kaplumbağa ve tavşan misali...



’İliç’te bir çeşme var;  altından su, üstünden zaman akar’’ diyen Behçet Kemal Çağlar’ın tarihi saatli çeşme için söyledikleri aklıma geldi. Sular akıp gidiyor, zaman da… Nihayet minibüsler hareket etti. Kemaliye’ye doğru yola çıktık. Minibüsler arka arkaya dağlara tırmanıyor, ıssız diyebileceğim yerlerden güneye doğru yol alıyor. Yaklaşık bir saat sonra Kemaliye’deydik. Kemaliye’nin eski adı; cennet gibi bir yer anlamına gelen Eğin’miş Kemaliye adı Milli Mücadele verdiği destekten dolayı 22 Ekim 1922’de verilmiş. Huzur dolu, sakin bir ilçe… Gezdikçe hasretliğin ağırlığını da hissediyorsunuz.



 Eski dokusunu koruyan evlerin, konakların bulunduğu şirin ilçenin, Keban Baraj Gölü kıyısında olması bölgeye bambaşka bir atmosfer kazandırmış. Göl manzaralı bir tarihi bir konağın mekânında kahvaltı yaptık. Kahvaltı açık büfe ve hava da çok güzel. Daha sonra etrafı gezmeye başladık. Harika manzara eşliğinde yöresel ürünlerin satıldığı dükkânları dolaştık. Dut kurusu, kumda leblebisi meşhurmuş. Kuru dutun öğütülüp cevizle ezilmesi sonucu elde edilen lök oldukça lezzetli ve sağlıklı olduğunu söylüyorlar… Lök hanede imal ediliyor. Merak edip alıyoruz.



Kemaliye’de coşkun şelaleler, güçlü su akıntıları sokak aralarında saklı, birden önünüze çıkıveriyor, köpüre köpüre akıp sizi ve düşüncelerinizi alıp götürüyor. Meyilli arazinin üst kısımlarına doğru şehre paralele uzanan bir yol ve kenarlarında tabelalar sıralanmış. Buraya Mani yolu deniyor. Osmanlı döneminde, ruhsatlı kasap olarak adlandırılan Eğinli kasaplar memleketlerinde yavuklularını, çocuklarını, annelerini, eşlerini bırakıp uzun soluklu giderlermiş gurbete. Yalnız kalan kadınlar da artlarından mani yazar yollarlarmış. Kadınların özlem ve hasret üzerine yazdığı dizelerin mani olduğu yolda direklere asılan maniler var. Maniler de çoğunlukla ''Ela gözlü ağam’’ geçiyor. Zaten bu manilere Ela Gözlü Maniler de deniliyormuş. Maniler; kadınların giden eşlerinin ardından yaşadığı süreci anlatıyor. Önce özlem ve dön gel haykırışları, sonrasında eşlerinin uzun süre dönmemesi üzerine sitemleri yer alıyor.



‘’Gökyüzünde pare pare dumanım,/Her posta geldiğinde mektup umarım,/Ela gözlerini sevdiğim ağam,/Benim senden başka yoktur gümanım’’



’’Fırat, ne çağlarsın bilemiyorum?/ Ayrıyım yârimden gülemiyorum,/Bakın şu feleğin kahbe işine,/Suçum, kabahatim bilemiyorum ‘’



‘’Eğin üzerinde zincirli kaya,/Ağam benzersin mahcemalin aya,/Gece gündüz yalvarırım Mevla’ya,/İnşallah geleceksin gelecek aya.’’



Gurbettekinin cevabı;



‘’Köçan’a deyin ki bu yıl akmaya,/Akıp akıp da yüreğimi yakmaya,/Benden selam söyleyin nazlı yâre,/Bu yılda gelemem yola bakmaya…’’



’Ölür isem örtmeyesiniz yüzümü/ Hasretim var yummam gözümü/ Kabrime bir pencere koyun ki/ Yârim gelirse göreyim yüzünü.’’



Yol boyunca uzayıp giden manilerden sonra Birlikaya, diğer adı ile Zincirlikaya’yı görüyoruz. Devasa bir kayayı zincirle bağlamışlar. İnsanoğlunun doğaya hükmedeceği zihniyetine dayanan bir düşünce ile bağlanmış turist çeken kayaya 192 basamaklı merdivenlerle çıkılıyor. Buradan kuşbakışı Kemaliye ve çevresi görünüyor. Manzara müthiş.  Dolaşıyoruz adım adım Kemaliye’yi. Dilime yapışan yarım türküsü ile ‘’Eğin dedikleri de ölem/ Küçük bir şehir ölem ölem/ Ana ben cahilim nedem gurban/ Çekemem kahır. ‘’ 



Gitmemiz gereken saati bir hayli aşıyoruz. Yine biz emekliler minibüslerin önünde bekliyoruz. Bol bol fotoğraf çekinmeyi ihmal etmiyoruz. Kimsenin buradan ayrılmaya niyeti yok. Neyse zor bela toplanıp gidiyoruz İliç’te bekleyen trenimize. Dağların oyularak açıldığı tünellerden kıvrıla kıvrıla gidiyor trenimiz. Resmen dağın karnına giriyoruz. Ferhat sevdası uğruna dağları delmiş; buradaki dağlarda hasretlik uğruna delinmiş olmalı. Erzincan’a geldiğimizde tren garından şehir merkezine yürüyerek gittik. Öğle yemeğinin ardından bize ayrılan serbest zaman da şehri dolaştık.  Çevresi dağ, ortası bağ diye adlandırılan Erzincan sakin bir şehir. Buranın tulum peynirleri meşhurmuş diyerek eşimle beraber ‘’Peynirciler Çarşısını’’ aramaya çıktık. Birkaç kişiye sorduk. Yerlisi olan bir bey bize tarif etti, bizimle beraber çarşıya kadar geldi. Bir dükkân ismi vererek bizden ayrıldı. Araya araya o dükkânı bulduk peynirimizi aldık. Bir çay bahçesinde çayımızı içerken bize yolu gösteren kişi tekrar yanımıza gelerek dükkânı bulup bulmadığımızı sordu. Yakın ilgisi bizi hem şaşırttı hem memnun etti. ‘’Küçük şehirlerde insanlık ölmemiş ‘’dedirtti.



Akşam yemeği için Erzurum’dayız. Meşhur cağ kebabını yediğimiz restoranın duvarları boy boy buraya gelen ünlülerin fotoğrafları ile süslenmiş. Erzurum’a dönüşte tekrar uğrayıp geniş zaman içinde gezme fırsatımız olacak. Bazıları hareket zamanına kadar restoranda oturmayı yeğlerken, biz şöyle bir dolaşalım dedik. Hava kararmıştı.



Dolaşırken önümüze Erzurum Kongre binası çıktı. Mesai saati geçmiş olmasına rağmen görevli gelen turistleri kırmayarak bize de açtı kapılarını. Önemli bir tarihi olaya tanıklık etmiş binayı gezme fırsatımız oldu. İki katlı binaya girişin tam karşısında iki yönlü merdivenle üst kata çıkılıyor. Müze olarak kullanılan Kongre salonunda, ikişer kişilik sıralar ve en önce bir masa var. 23 Temmuz – 7 Ağustos tarihleri arasında bu bina da toplanmış kongreye ev sahipliği yapmıştır. Buradaki kongreye çoğunluğu işgal altında olan Beş doğu ili; Trabzon, Erzurum, Sivas, Bitlis ve Van’dan gelen 62 delege katılmış; 2 hafta süren kongrede alınan kararlar kurtuluş mücadelesinde izlenen çizgide önemli ölçüde belirleyici olmuştur. Sıralarda, oturan kişilerin isimlerinin yazılı olduğu metal plaketler yer alıyor. Burada bulunanların fotoğrafları duvarlarında onurla sergileniyor.



 Erzurum’da ‘’Cumhuriyet’in temelinin atıldığı yer’’ olarak haklı bir gurura sahip. Bütün Türkiye’nin her yerine Cumhuriyet’in tohumları saçılmış;  topraklar üzerinde aziz milletinin damarlarında ki asil kanla sulanarak filizlenmiş, yeşermiştir. Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde Kurtuluş mücadelesinde yanında olan bütün şehit ve gazilerimizi minnetle ve rahmetle anıyorum. Başta yavrularımız olmak üzere; herkesin 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramını kutluyorum…





Devam edecek…