Lise yıllarındaki tarih derslerinde okuduğumuz kadarıyla, Osmanlı devleti savaştığı kimi ‘prensliklere’ yıllık belli bir vergi ya da haraç karşılığında çeşitli özerklikler verirdi. Bu haraçları aksattıklarında ya da ödemeyi reddettiklerinde üzerlerine ordu gönderir, isyancı başının kellesini İstanbul’a getirmeyi de ihmal etmezlerdi. Sonraları içişlerinde daha bağımsız olmaya başladılar. İlerleyen zamanlarda devran tersine döndü ve topraklarımızda çeşitli ayrıcalıklar elde ettiler. Kapitülasyon adı verilen bu ayrıcalıklar Fatih (Venedik) ya da Kanuni (Fransa) zamanında olduğu gibi siyasi nedenlerle ve kontrol altında olsa da, zaman içerisinde haraca dönüştü. Bir başka deyişle haraç ödeyen artık onlar değil bizdik.

 

Görünüşte (1833 Hünkâr İskelesi-Ruslar ve 1838 Balta Limanı-İngilizler Anlaşmalarında olduğu gibi) karşılıklı anlaşmalar bile yapıyorduk. (Öyle ya; Sevr de Lozan da anlaşma ya da antlaşma değil mi… Ne sakıncası (!) var…) Bundan bir yıl sonra da (Tanzimat Fermanı) siyasi teslim metnini imzaladık zaten… 1854’te ise aldığınız borcu ödeyemediğimizden, topraklarımızda teşkilat kurmaya kadar götürdüler işi… Duyun-u Umumiye İdaresi adı verilen bu kurumla olmayan tam bağımsızlığımız görünür hale gelmişti. O gün bugündür devam ediyor ödediğimiz haraçlar. Şekli ve adı değişiyor sadece… Zira 20. yüz yılın ilk çeyreğinde deşifre olan kapitülasyonlar kaldırılmış, yerine yeni kurulan dünya sistemine ve yeni devletin anlayışına uygun olanları getirilmişti. Üstelik kalan borçları da Sovyetler Birliği gibi reddedememiş, bir takvime bağlayarak aldıktan tam yüz yıl sonra (1854-1954) bitirebilmiştik…

 

Üzülerek ifade edelim ki; Türkiye uzun yıllar kendisine tevdi edilmiş bu haraç ödeme görevini sessiz-sedasız bir şekilde yerine getirmiştir. Dara düştüğünde ise iyilik meleği (!) (IMF) devreye girdi. Sonuçta on yılda bir yapılan darbeler gibi 7-8 yılda bir ekonomik krizler sıradan hale geldi. Milletin dişinden tırnağından artırarak ödediği vergiler, yasal kılıf giydirilerek bu global soygunculara bir çırpıda aktarılıverdi. Öyle ki; bazen toplam bütçe gelirlerinin % 85'i faiz ödemelerine gitti. Vergi gelirlerinin faiz ödemelerine yetmediği yıllar bile oldu. 2001 krizinden sonra vurulan neşter bu oranı % 10’ların altına indirdi ama bu bile 17-18 milyar dolar gibi büyük bir meblağa tekabül ediyor.

 

Bir karşılaştırma yapmak gerekirse, Türkiye’nin 7-8 yıldır 4 milyona yakın Suriyeliye ödediği miktarın yarısı kadarı sadece bir yıl içerisinde faiz lobisine ödenmektedir. 2001’de toplanan vergilerin tamamı bile yetmiyordu faiz ödemelerine… Bugün için 80 küsur milyon insanın bir yıl içerisinde ödediği vergilerin tamamı bütçedeki faiz ödemesine bile yetmediğini bir düşünsenize… Bu haraç değil de ne… Böylesine tatlı ve zahmetsiz kar kimin iştahını kabartmaz ki... Bir millet size çalışıyor adeta…

 

Hani bazıları Suriyeli mültecilere yapılan yardımları sürekli sorgularlar ya… Becerebiliyorlarsa global faiz çetesine ödenen meblağı sorgulasınlar da görelim. Elbette küçük siyasi emellerine alet etmeden… Gariban Suriyeli ile değil, açgözlü ve sömürgeci faiz lobisinin temsilcisi ile hesaplaşsınlar.

 

Bu haraç içerisinde bulunduğumuz 2019 yılı için de geçerli… Halen bütçedeki vergi giderlerinin yaklaşık % 11'i faize ayrılıyor. Bu miktar toplam personel giderlerinin de yaklaşık yarısı kadar… Bir başka deyişle, işçisiyle-memuruyla, akademisyeniyle-öğretmeniyle, 3.5 milyon civarındaki kamu çalışanlarına 12 ayda ödenen maaşların yarısı kadar bir tutar bütçeden faiz olarak ödenmeye halen devam etmektedir. Bu rakam eskiye göre daha iyi elbette… Yani yine ‘haraç’ ödemeye devam ediyoruz ama, eskisine göre daha az sadece… Bir de sesimizi yükseltiyor, itiraz ediyoruz artık… Onlar da bize muamele çekiyor zaman zaman… İçerideki işbirlikçiler de IMF anlaşma yapılmasından çok memnun olacak belli ki… ‘Gündem dışı’ ve basından gizlenen görüşmeler bu yüzden…

 

Madalyonun bir yüzü bu da; bir de diğer yüzü var… Zira azalan haraç ya da artan bağımsızlık canlarını sıkıyor elbette… İşbirlikçiler kamuflaj giydirilmiş beyanatlarıyla ödedikleri haraç karşılığı eski günlerin hayaliyle yanıp tutuşuyor. Hem geçmişte ne güzel geçinip gidiyorlardı. Birkaç pohpohlama ve ağızlarına çalınan bir parmak bal karşılığı memleketin kaynakları peşkeş çekiliyordu. Yine de etrafında olup biten hiçbir şeye itiraz edemiyor, ambargo mu ambargo, asker mi asker, savaş mı savaş… her istekleri anında yerine getiriliyordu. Bugün Birleşik Arap Emirlikleri’nin yaptığı gibi... Onun adına iş yaptıktan sonra neden uğraşsın ki sizinle…

 

Türkiye'nin bunları aştı şükür… Ama daha kat edecek o kadar yol var ki; ‘tam bağımsız’ olmak için… Uzun uğraşlardan sonra, sermaye çevrelerinin bütün ayak diremelerine rağmen Türkiye IMF ile ilişkisini 2013 yılında bitirdi mesela... Bu çok önemli bir adımdı… Zira bazılarının hafife almasına rağmen, bu bir dönemin sona ermesinin miladıydı… Yeni dönemin de başlangıcı… Operasyonların ekonomik olanı da, siyasi olanını da, askeri olanı da bu yüzden…

 

10 yıllık aralıklarla darbe yanında büyük ekonomik krizler de oluşturarak bütün birikiminizi bir kaç günde iç ediyor, kurtarmaya yine kendisi geliyordu. Aynen öldürdüğü kişinin cenaze namazına katılan mafya babaları gibi... Ayrıca da yaptığı parasal yardım, yani faiz karşılığı verdiği borç vasıtasıyla ekonomi yönetiminizde söz sahibi oluyordu. Herhangi bir direniş göstermeniz halinde içerideki işbirlikçilerini harekete geçiriyor ve devran bu şekilde devam edip gidiyordu. Bu sarmalı kırdık kırmasına da, ödediğimiz haraç mı azaldı yoksa bağımsızlık mı arttı üzerinde düşünmek gerek… Böyle bir şeyden mutlu olmak bile onur kırıcı ama ibrenin yukarıya dönmüş olduğunu görmek de umut verici…