‘’Selâm ya Hû’’
ŞEB-İ ARUS ‘TA SELÂM VAKTİ
"Selâm denizi coştuğundan gönüllerden kini giderir" Mevlana
Mevlânâ dediğimde hemen aklıma yıllar öncesi, okul yıllarım gelir. Bir zamanlar ben de öğrenciydim. Okul yıllarında, aklımda kalan anılar zaman zaman bir şeyler çağrıştırıp ortaya çıkıyor. Hem de neredeyse kırk yıl sonra… Bu süreç içinde Mevlânâ hayranı oluvermişim farkında olmadan. Nasıl mı?
Konya’da oturuyorduk. Çocukluğumun, gençliğimin geçtiği, bu güzel şehirde bitirdim okullarımı. Lise birinci sınıfta dönem ödevimiz, ‘’ Mevlânâ’nın Hayatı’’ Çok sevdiğim edebiyat öğretmenim bu ödevi verdiğinde; benim için Mevlânâ, memleketten gelen misafirleri gezmeye götürdüğümüz Mevlânâ müzesinden ibaretti. Her gelen misafirimizi bu müzeye götürür, Konya’yı gezdirirdik. ‘’Yedi kere Mevlânâ müzesini ziyaret eden yarım hacı olur’’ diyerekten kendimizi avuturduk.
Alâeddin tepesinden bakıp; yeşil türbeyi görünce, bir başka huzur bulduğum yerdi, Mevlânâ müzesinin uzaktan görüntüsü… Müzenin kapısından girer girmez gül bahçesi kucaklıyordu. Güllerin renklerine hayran hayran dalarken, bir kenarda şırıl şırıl fiskesinden akan suyun biriktirdiği havuzu da ilgimi çekerdi. Havuzun içine atılmış bozuk paralara bakarken; kim atıyor, niye atıyor hiçbir fikrim yoktu.
‘’Gel yine gel’’ dercesine çağıran kapıdan adımını attığında farklı bir âleme girdiğini hissedersin… Müzenin içi dersen bambaşka mistik bir dünya. Başımızda örtü, ellerimiz duaya açık, sessiz sessiz yürünüp dolaşılıyordu. Mevlânâ Celalettin Rumi’nin sandukası önünde durup, babasının tabutunun ayağa kalmış olmasını da büyülenmiş gibi seyrederdim. Derlerdi ki; ‘’ Mevlânâ’nın ilk hocası babasıdır. Fakat Mevlânâ, ilimde, tasavvufta babasını geçtiği için; Mevlânâ öldüğünde babası tabutu ile ayağa kalkmıştır saygısından’’ O yıllarda halk arasında dolaşan bu yakıştırmaya o kadar inanmıştım ki büyüsü bozulmasın diye hala inanmak isterim.
Mevlânâ’nın hayatı, hakkında kulaktan dolma bilgiler dışında hiçbir şey bilmediğimi anladım. Ödevim için araştırmam gerekiyordu. Şimdi ki gibi internet yok, Mevlânâ’nın hayatını anlatan kaynak kitap alacak param da yok. Çevremde de bu tür kitaplara sahip olan yok. Ben nasılsam herkes öyle… Halk kütüphaneleri imdadıma koştu.
Günlerce gidip geldim, notlar aldım. Temize çekilip hazırlanması gerekiyor. Yazım da güzel değil. Babamın matbaa harfleri gibi çok güzel yazısı var. Babama günlerce yalvardım. ‘’Ödevimi yazıver’’ diye. İstiyordum ki ödev notum 100 olsun. Sonunda razı oldu. Dolma kalemle özene bezene bir sayfasını yazıverdi. İkinci sayfadan da iki satır yazdı. Sonra; ‘’Al kendin yaz!’’ diyerek bırakıverdi. Rahmetli babamı bilen bilir, ne kadar yalvardıysam yazmadı. İş başa düştü. Yazılan bir sayfayı atmaya kıyamıyorum gerçekten inci gibi yazılmıştı. Ama benim yazım… Babamın yazısına benzeteceğim diye harcadığım kâğıtlara mı yanayım? Yoksa zamanıma mı? Bir türlü ilk sayfaya benzetemiyordum diğer sayfaları. Yaza yaza ezberledim neredeyse Mevlânâ’nın hayatını. Yazı istediğim gibi olmuyordu. Tam yazdım diyorum bu sefer harf yanlışlığı yapıyorum.
Mevlânâ, ‘Men bende-i Kur’ânem eger cândârem / Men hâk-i rehi Muhammed Muhtârem’ buyuruyor Mesnevî’sinde. ‘Yaşadığım sürece Kur’an’ın kölesi, Hazret-i Muhammed’in ayağının tozuyum…’ Bu demek oluyor ki Resulullah rehberliğinde Kur’an’a ulaşan yol Hazret-i Pîr’i tanıyıp anlamak ve izinden yürümekten geçiyor.”
Cümlesini belki elli kere yazdım ezberledim. Anladım ki; Mevlana, sadece Konya’da ziyaret edilip gezilecek yer değil. Evrensel boyutlara ulaşmış, dünyanın tanıdığı bu hoşgörü, ilim sahibi unutulmaz sahsiyeti biz yeterince tanımış değiliz. Mevlana Celaleddin Rumi; kendisinden feyz alınıp deryalarda yüzmek demekmiş. Tabi ki yüzme bilenlere…
Hayranığımın temelini atan, Edebiyat öğretmenim Selahattin HİDAYETOĞLU’nu saygı ile anıyorum. Babamı da rahmetle…
Konya gezimizin ikinci durağı Mevlânâ Müzesine giderken, Tebrizli Şems’in türbesinden çıkarken bastıran yağmur durmuş; güneş bütün sevecenliği ile Mevlânâ’nın yeşil türbesini gözlerimizin önüne seriyordu. Ne zamandır yapılan yenileme çalışmaları bitmiş. Giriş kapısı, Üçler Mezarlığına bakan yöne verilmiş. Böylece Mevlânâ’yı ziyarete gelenler bu mezarlığı görmeden, bir dua etmeden geçemeyecekler. Mevlânâ Türbesini bir caddenin ayırdığı Üçler Mezarlığı; dinlendirici ve huzur veren bir havasıyla; ürperten, soğuk görünen mezarlardan çok farklı. Düzenli bakımlı bu mezarın bir de sırrı var.
Üçler Mezarlığı, evlenmek isteyen, hamile kalmak isteyen veya yakınlarına başarı isteyenlerin akınına uğruyor. Üçler Mezarlığı’nda birçok Mevlevi üstadının mezarı da bulunuyor. Mezar taşlarının üzerindeki sarık şeklinden Mevlevi oldukları anlaşılıyor. Mezar taşlarının üzerinde şiirler yazılı olduğu söyleniyor. Mevlânâ Türbesi'ne ve Mevlânâ Kültür Merkezi'ne komşu olduğu için yerli ve yabancı turistlerin ilgisini çekiyor. Tarihi Üçler Mezarlığı, bünyesinde yapılan "İstiklal Harbi Şehitliği" artık Konyalı ve Konya'ya gelen tüm yerli ve yabancı ziyaretçilerin uğrak yeri haline gelmiş.
Ünlü Mevlânâ aşığı Fransız Bilim insanı, Profesör Eva de Vitray-Meyerovitch’in de vasiyeti üzerine defnedildiği Üçler Mezarlığı tarihi, Konya ile adeta özdeşleşmiştir.
Ancak Üçler Mezarlığı’na adını veren, Haçlılara şehit düşen üç kızın sevgisi ve aşk uğruna fedakârlığı dilden dile dolaşarak günümüze kadar gelmiştir.
ÜÇLER MEZARLIĞI’NIN SIRRI ÜÇ GENÇ KIZ
Konya'da Mevlânâ türbesinin arka bahçesinde dizi dizi mezar taşları vardır. Mevleviler, bu mezarlığa Hâmuşan (susanlar) derler. Birçok Mevlevî büyüğü burada yatar.
Bahçe duvarının arkasındaki ikinci mezarlığın adı ise Üçler mezarlığıdır. Üçler mezarlığı, sanduka biçimindeki üç Selçuklu mezar taşından dolayı bu adı almıştır. Mezarlığa ‘Üçler’ dendiği gibi, ‘Üç Kızlar Şehitliği’ de denir. Konya ve yöresi halkı evlenme, çocuk doğurma, sevda konularında başları sıkıştığında, üç kızlar şehitliğine gider burada Allah'a niyazlarda bulunur.
Kaynak: Üçler mezarlığının sırrı (5)
“İkinci Haçlı Seferleri 1099 yılında gerçekleşmişti. Haçlılar Arap topraklarına çıkartma yaparken, Konya'yı kuşatarak buradan geçiyorlar. Üç kızın nişanlıları da Selçuklular ‘da saray muhafızları olarak bilinen Hassa Ordusu'nda komutanlık rütbesinde bulunuyor. Bunlar da Haçlı Seferleri'nde Konya Kalesi'ni kuşatan Haçlılardan kaleyi korumak için, sur kapılarının dışına gidiyor. Üç kız da ellerinde testi ile diğer birçok kadın ve su dağıtıcılar gibi içerdeki askerlere su dağıtıyorlar. Kızların nişanlıları yaralanıyor. Üçü de nişanlısının yaralandığını görünce onlara su vermek ve onların yaraları ile ellerini ve yüzlerini yıkamak istiyorlar. Komutanlardan bir tanesinin ismi de Ali. Ali'nin su diye inlemesi onlar için can yakıcı bir söz oluyor. Bunlar Komutan Ali'nin yanına gidiyorlar. Tam o yere gittikleri zaman ok yağmuru oldukları bölgeye geliyor ve oldukları yere, kendi nişanlılarının yanında düşüp ölüyorlar. Komutanlara testilerden su içmek nasip olmuyor. Bu üç kız öldükleri yere gömülüyor deniliyor ama aslında onlar oraya gömülmüyorlar. Konya'nın surları bugünkü İstanbul Caddesi, Bedesten Çarşısı ve Çifte Merdiven Başı Mahallesi de denilen yerlerden oluşuyordu. Onlar orada düşüyorlar. Öldükleri yere en yakın mezarlık şimdiki Üçler Mezarlığı olarak bilinen mezarlık olduğu için oraya defnediliyor. Aslında o mezarlık daha eskiden beri var ama o üç kız aşkları, fedakârlıkları ile öldükleri için oraya Üçler Mezarlığı ismi veriliyor”
Kaynak: Aşkın Efsaneleri Üçleri anlatıyor
Mevlânâ müzesine giriş ücretsiz. Bugün müze olarak kullanılmakta olan Mevlânâ Dergâhının yeri, Selçuklu Sarayı’nın Gül Bahçesi iken; bahçe, Sultan Alâeddin Keykubad tarafından Mevlânâ’nın babası Sultanü’l-Ulema Bahaeddin Veled’e hediye edilmiş.
Bahaeddin Veled, 12 Ocak 1231 tarihinde vefat edince türbedeki bugün ki yerine defnedildi.
Ölümünün ardından sevenleri, Mevlânâ'ya, babasının mezarının üzerine türbe yapılmasını talep etti. Ancak Mevlana, “Gök kubbeden daha iyi türbe mi olur” diyerek bu isteği kabul etmedi. Mevlânâ, 17 Aralık 1273 yılında vefat edince, babasının yanına defnedildi. Mevlânâ'nın oğlu Sultan Veled, Mevlânâ’nın mezarı üzerine türbe yaptırmak isteyenlerin isteklerini kabul edip, 'Kubbe-i Hadra' (Yeşil Kubbe) denilen türbe dört fil ayağı (kalın sütun) üzerine yaptırıldı.
Daha önceki ziyaretlerimdeki gördüğüm ve gül bahçesi ile bütünleşen güller artık yok. Onun yerine laleler dikilmiş. Bahçesi genişletilmiş, bahçe içinde yer alan sandukalar ortaya çıkarılmış. Her yer betona dönmüş. Hayal kırıklığına uğradım. Sanki bütün gizemli büyüsü kaybolmuş gibi geldi bana.
Müzeden dışarı çıktığımda kar serpiyor, yere düşmüyordu sanki. Dışarda kar, ben de hâr. Yerler ıslak, gönlüm sıcak, birbirine karışınca; yalan dünyanın telaşına düşüveriyorsun. İçerideki maneviyatım ile bir süre dolanıyorum Konya sokaklarında…
Mevlânâ Celâlettin Rumi, 1207 yılında Afganistan’ın Belh şehrinde doğmuş bir sufi ve din bilginidir. Anadolu’nun ünlü evliyalarından sayılan ve hoşgörü felsefesiyle tanınan Mevlânâ Celâlettin Konya’da yaşamıştır. Lakabı olan Mevlânâ “Efendimiz” anlamına gelir, ismindeki “Rumi” ise Anadolu’da yaşayan kişi demektir. Şemsi Tebriz’i ile olan manevi dostluğuyla da tanınmaktadır.
Mevlânâ, dinî ve tasavvufî eğitimini tamamladıktan sonra Konya’da bir taraftan tekkesinde müridlere tasavvuf eğitimi vermekte, bir yandan medresede talebelere dinî dersler okutmakta, bir taraftan da halka etkili vaazlar etmekteydi. Bu faaliyetleriyle birçok kesimin takdirini kazanmış, itibar ve şöhreti gün be gün artmıştı. Tam bu sırada Şems-i Tebrizî ile karşılaştı ve bu karşılaşma onun hayatında bir dönüm noktası oluşturdu.
Kaydedildiğine göre Şems-i Tebrizî mürşidi Ebû Bekr-i Selebaf’ın yanından ayrıldıktan sonra Bağdat, Dımaşk, Halep, Kayseri, Aksaray, Sivas, Erzurum ve Erzincan’a seyahatler yapmış, bu vesileyle gerçek bir dost bulmaya çalışmıştır. Konya’da Mevlânâ ile karşılaştığında ise aradığı dostu bulduğunu anlamıştır. Bunu nasıl anladığının ipuçlarını, Mevlânâ ile ilk karşılaştığı sırada aralarında cereyan eden olayın kaynaklarda aktarılan değişik sürümlerini bize vermektedir.
Ferîdûn-i Sipehsâlâr’ın kaydına göre Şems-i Tebrîzî bir gece gelip Konya’da Pirinççiler Hanı'na yerleşti. Sabahleyin hanın önündeki sedirde otururken oradan geçmekte olan Mevlânâ ile göz göze geldiler. İlk mânevî etki bu şekilde oldu ve Mevlânâ hemen karşısında bulunan bir sedire oturdu. Uzun müddet hiç konuşmadan birbirlerine baktılar. Ardından Şems söze başlayarak Bâyezid-i Bistamî Hz. Peygamber’in kavunu nasıl yediğini bilmediği için ona bağlılığı sebebiyle ömrü boyunca hiç kavun yemediği halde, “Kendimi tesbih ederim, şânım ne yücedir”, “Cübbemin içinde Allah’tan başka kimse yok” gibi sözler ettiğini, Hz. Muhammed’in ise “Bazan gönlüm bulanır da, o yüzden ben Allah’a her gün yetmiş defa istiğfar ederim” dediğini söyledi ve bunları nasıl yorumlamak gerektiğini sordu. Mevlânâ da cevap olarak Bâyezid’in kâmil velilerden olmakla birlikte, çıktığı tevhid makamının yüceliği kendisine gösterilince bunu yukarıdaki sözlerle ifade etmeye çalıştığını, Hz. Muhammed’in (a.s.) ise her gün yetmiş makam geçtiğini, ulaştığı makamın yüceliği yanında bir önceki makamın küçüklüğünü görünce, daha önce o kadarla niçin kanaat ettim diye istiğfar ettiğini söyledi. Bu cevabı çok beğenen Şems-i Tebrîzî ayağa kalktı ve Mevlânâ ile kucaklaştılar (Risâle-i Sipehsâlâr [nşr. Saîd-i Nefîsî], Tahran 1325, s. 126-127).
Ahmed Eflâkî’ye göre ise Şems-i Tebrîzî Konya’ya geldiğinde Şekerciler hanına yerleşti. Mevlânâ, ders verdiği dört önemli medreseden biri olan Pamukçular Medresesi’nden talebeleriyle birlikte çıkıp katırı üzerinde giderken ansızın Şems önüne çıkıp katırın gemini tuttu ve “Ey dünya ve mânâ nakitlerinin sarrafı, Muhammed Hazretleri mi büyüktü yoksa Bayezid-i Bistâmî mi?” diye sordu. Mevlânâ “Muhammed Mustafa bütün peygamberlerin ve velilerin başıdır” diye cevap verince, Şems “ Peki ama o, Seni tesbih ederim Allah’ım, biz seni lâyıkıyla bilemedik’’ diye buyurduğu halde Bâyezid ‘’Benim şanım ne yücedir. Ben sultanların sultanıyım diyor” dedi.
Bunun üzerine Mevlânâ “Bâyezid’in susuzluğu az olduğu için bir yudum suyla kandı; idrak bardağı hemen doluverdi Oysa Hz. Muhammed’in susuzluğu arttıkça artıyordu. Onun göğsü Allah tarafından açılmıştı (el-İnşirah 94/1). Sürekli susuzluğunu dile getiriyor, her gün Allah’a daha çok yakın olmak istiyordu” dedi. Şems bu cevabı duyunca kendinden geçti. Bir müddet sonra birlikte yaya olarak medreseye gittiler (Menâkıbü’l-ârifîn [nşr. Tahsin Yazıcı], Ankara 1959, I, 86-87; II, 618-620)
Olayı Eflâkî’nin kaydettiği gibi anlatan Nefehâtü’l-üns müellifi Molla Câmî ayrıca şöyle bir rivayeti de kaydeder: Mevlânâ havuz başında kitaplarını açmış çalışırken Şems gelerek “ Bunlar nedir?” diye sordu. Mevlânâ “ Bunlar kîl ü kâldir” diye cevap verince “Senin bunlarla ne işin var?” diyerek kitapları havuza attı. Ardından Mevlânâ’nın tepkisi üzerine onları tekrar topladı. Suyun kitaplara zarar vermediğini gören Mevlânâ, “Bu nasıl sırdır?” diye sordu. Şems ise “Bu zevktir, haldir, senin ise bundan haberin yoktur” dedi (Abdurrahmân-ı Câmî, Nefehâtü’l-üns min hazarâti’l-kuds [nşr. Mehdî Tevhîdî Pûr], Tahran 1337 hş., s. 465-467).
Devletşah’ın Tezkire’sinde Şems’in sorusu “Mücahede, riyazet, ilim tahsili ve tekrarından maksat nedir?” şeklindedir. Mevlânâ buna “Sünnet ve şerîat edeplerini bilmektir” diye cevap verince, Şems ‘’ Bunların hepsi zâhire müteallıktır” demiş, Mevlânâ’nın “Bunun üstünde daha ne vardır?” şeklindeki mukabelesine, “İlim odur ki; insanı mâluma ulaştırır” diyerek Senâî’nin “ Cehâlet, seni senden almayan bir ilimden daha kıymetlidir” anlamına gelen beytini okumuştur. Mevlânâ bundan çok etkilendi ve bu olaydan sonra sürekli Şems ile birlikte olarak kitap mütâlaa etmekten ve ders okutmaktan vazgeçti (Tezkiretü’ş-şuarâ [nşr. E. G. Browne], s. 196-197).
Ahmed Eflâkî’nin çağdaşı Muhyiddin Abdülkadir ise karşılaşmanın Mevlânâ’nın evinde gerçekleştiğini belirtir. Mevlânâ öğrencileriyle birlikte kitapların arasında otururmuş bir meseleyi müzakere ederken Şems içeriye girer ve yanlarına oturur. Bir müddet sonra kitapları işaret ederek Mevlânâ’ya “Bunlar nedir?” diye sorar. O da “Sen bunları bilmezsin” diye cevap verir. Ardından kitapların arasında bir ateş belirir. Mevlânâ telaşlanarak “Bu ne haldir?” deyince Şems, “Sen de bunu bilmezsin” diyerek çıkıp gider (el-Cevâhiru’l-mudiyye [nşr. Abdülfettâh M. el-Hulv], Kahire 1393/1973, III, 345
Kaynakların değişik şekillerde kaydettiği yukarıdaki buluşma olayında “Hz. Muhammed-Bâyezid-i Bistâmî karşılaştırması” ve “kitaplarla meşgul olma” şeklinde iki temel husus öne çıkıyor. Birincisinde Sems-i Tebrîzî’nin, Allah’a yaklaşmada kat edilmesi gereken daha pek çok mertebenin olduğunu ihsas ettirmek ve verdiği cevapla Mevlânâ’nın buna müsait olup olmadığını ölçmek, ikincisinde ise kitapların manevi yolda zamanla perde haline gelebileceği tehlikesine işaret etmek olduğu anlaşılmaktadır. Vurgulanan bu iki husus Mevlânâ’yı derinden etkilemiştir. Nitekim Şems’le iki yıla yakın sohbet ve beraberlikten sonra ilâhî aşk ve vecdi terennüm eden asıl Mevlânâ ortaya çıkmış, dünya şiirinin zirvelerinden Dîvân-ı Kebir’deki şiirlerin büyük bir kısmını bu devirde söylemiş, Dîvân-ı Kebîr’in tamamlanmasının ardından gelen sükûn döneminde bunu İslâm kültürünün en yaygın ve en önemli eserlerinden biri olan Mesnevî takip etmiştir.
Mevlânâ ve Şems’in Dinî-Tasavvufî Çizgisi
Mevlânâ ve Şems-i Tebrizî’nin mensup olduğu dinî-tasavvufî geleneğin kaynağı Kur’an ve Sünnettir. Nitekim Mevlânâ “ Canım tenimde oldukça Kur’ân’ın kölesiyim ben. Seçilmiş Muhammed’in yolunun toprağıyım...” (Rubâîler, [nşr. Şefik Can], II, beyit no: 1311) diyerek bunu açıkça dile getirmektedir. Farklı inançlara karşı geniş hoşgörüsü ve “Gel gel ne, olursan ol yine gel. İster kâfir, ister Mecûsî, ister putperest olsan da gel...” (Rubâîler, [nşr. Şefik Can], I, beyit no: 83) çağrısı sebebiyle onu dinler üstü bir hümanist saymak gerçeğin ifadesi değildir. Aksine o “Pergel gibiyim. Bir ayağımla şeriat üstünde sağlamca durduğum halde öbür ayağımla yetmiş iki milleti dolaşıyorum” demekle bir Müslüman olarak insanlığı kucaklayabildiğini haykırır.
Mevlânâ ve Şems’in Takipçileri
Mevlânâ’nın görüşlerini devam ettirenlere Mevlevî denilir. Tarihte Mevlevîler inanç ve uygulama bakımından iki ayrı kol halinde gelişti. Biri Mevlânâ’nın oğlu Sultan Veled ile birlikte oluşan zühd esasına dayalı ve şeriat kurallarına riayet edilen Veled Kolu, diğeri ise Kalenderiler gibi şerîat çizgisini takip etmeyip şarap ve esrarın serbest olduğu, bıyıkların uzatıldığı ya da çâr-darb denilen saç, sakal, bıyık ve kaşların tamamen tıraş edildiği bâtınî karaktere sâhip Şems Kolu. Kendilerini Şems-i Tebrîzî’ye bağlı olarak kabul eden bu ikinci grubu XVI. yüzyıl müelliflerinden Vâhidî Menâkıb-ı Hâce-i Cihân ve Netîce-i Cân isimli eserinde sakal, bıyık ve kaşları tıraş edilmiş, içtikleri şarabın etkisiyle sarhoş dolaşan, ayyaş ve çapkın bir güruh olarak tavsif etmekte ve Mevleviler’den ayrı tutmaktadır.
Mevlevîler’i ise başlarında terksiz birer yekta külah, külahın ortasında yeşil elif çekilmiş, külahları üzerinde birer Şemsî dülbent, kafalarında tâ kemere kadar sarkıtılmış birer taylesan (sarık), cübbe ve kaftanlarıyla birlikte boyunlarında kaftanlarının eteğine kadar uzanan birer yün kumaş (kaşkol), gözleri sürmeli, şeriata uygun şekilde bıyıklar kırkılmış, sakallar uzun, tarikat âdâbından olarak ney çalıp semâ eden bir grup olarak tavsif etmektedir (vr. 80b-90b).
Görüldüğü gibi Mevlânâ’nın çizgisi esas Veled kolu devam etmiş, bu koldan ayrılanlar ise kendilerine Şems-i Tebrîzî’yi pîr olarak seçmişlerdir. Oysa yukarıda da işaret edildiği gibi, Mevlânâ’yı Mevlânâ yapan Şems-i Tebrîzî’dir ve Şems, onun yolunda olduklarını söyleyen Şemsiler’in iddia ettiği niteliklerden tamamen uzak bir şahsiyettir.
Dönemin İslam kültür merkezlerinden Belh kentinde hocalık yapan ve Sultan-ül Ulema (Bilginler Sultanı) lakabıyla anılan Bahaeddin Veled’in oğludur. Mevlânâ, babası Bahaeddin Veled’in ölümünden bir yıl sonra, 1232 yılında Konya’ya gelen Seyyid Burhaneddin’in manevi terbiyesi altına girmiş ve dokuz yıl O’na hizmet etmiştir.
Mevlana, 17 Aralık 1273’te ölmüştür. Bu güne Şeb-i Arus “Düğün Gecesi” demektir.
Her yıl 17 Aralıkta Konya’da düzenlenen törene katılmak için gelenler, bavullarına gönüllerini koyarak gelirler. Semazenlerin gösterisinde gönülleri derinlere dalar, musiki nağmeleri ile kendinden geçerler.
Mevlânâ, ölüm gününü “Hakk'a vuslat” yani “Yaratana Kavuşma” (Düğün Günü-Gecesi) saymıştır, “Herkes ayrılıktan bahsetti, bense vuslattan” der. Ölüm Mevlânâ için kişinin aslına dönüşü, kaynağının ilahi bir cevher olması nedeniyle “Allah'a dönüş” olarak yorumlar. Bir başka ifadeyle ölüm “cismin ortadan kalkması değil, Allah'a doğru uçmasıdır”. Ölüm, Müslümanlık öncesi Türklerde de aynı şekilde ifade edilir.
XIII. yüzyıldan itibaren Türk kültür, tefekkür ve sosyal hayatında son derecede etkili olan tarikatlerden birisi de Mevlevîlik'tir. Büyük Türk mutefekkir ve mutasavvıfı Mevlâna Celâleddin Rûmi"nin vefatından (17 Aralık 1273) sonra, onu sevenlerin gelenek ve göreneklerinin kaybolmaması maksadıyla oğlu Sultan Veled tarafından kurulmuş olan Mevlevîlik, çeşitli ırk, cins, dil, kültürden ve her tabakadan insanlar üzerinde müessir olmuştur. Sünnî akideye bağlılığı; sevgiye, hoşgörüye, müsamahaya, sanata ve toplum düzenini korumaya verdiği önemle dikkati çeken Mevlevîlik, XIII. yüzyılın sonlarına doğru teşkilatlanmaya başlamıştır.
Mevlevîliğin Konya Âsitânesi'nden hemen sonra gelen en önemli temsilciliği, Afyon-Karahisar Mevlevîhanesi olmuştur. Mevlevîlerce, Konya ziyaretinden sonra behemahal ziyaret edilmesi gereken ikinci yer, Afyon'dur. Afyon'un tarikat içerisindeki bu önemi, yeni değildir; Mevlâna, Sultan Veled ve Ulu Ârif Çelebi günlerinden beri Afyon'a özel bir alakanın varlığı bilinmektedir. Sultan Veled, kızı Mutahhere Hatun'u Germiyanli Savcı Bey'in oğlu Umur Bey'le evlendirerek (1276), iki aile arasında köklü bir bağı kurduğunu görüyoruz. İşte, Mevlevîlik Tarikatı'nın Afyon ve yöresine intikali bu yıllarda başlar. Mimarî mahiyeti hakkındakı bilgilerin bize kadar ulasamadığı ilk Mevlevî-hâne'nin de Afyon kültür ve tefekkür hayatında bu yıllarda fiziki mekân olarak yerini aldığını kabul ediyoruz. Sultan Veled'in teşkilata son derecede önem veren, yapıcı, muteşebbis oğlu Ulu Ârif Çelebi döneminde, 716/1316 yılında bu maksatla bir bina inşa edilmiştir.
Ulu Ârif Çelebi'yi Afyon'da misafir eden Sahip-oğlu Ahmed Bey, ona olan muhabbet ve hürmetin bir ifadesi olarak bu binanın yerine, daha elverişli bir plânda olmak üzere ahşaptan bir dergâh inşa ettirmiştir. Böylece faaliyetlerini daha geniş imkânlarla yürüten Afyon Mevlevîhanesi, Germiyan Bey'i I. Yakub Çelebi zamanında da lâyıkı veçhile himâye ve destek görmüştür. Faaliyet harcamaları için Büyük, Orta ve Küçük Kalecikler, Kışlacık, Deper, Kozluca, Çukurköy gibi köyler 1316 yılında Mevlevîhane'ye vakfedilmiştir. Daha sonraki dönem idarecilerince de yapılan ilâve vakıflarla Afyon Mevlevîhanesi, sosyal ve kültürel alanlardaki etkinliklerini başarı ile sürdürmüştür. (Kaynak: Afyon Mevlevî-Hânesi Yrd. Doç. Dr. Hasan ÖZÖNDER)
.
Mevlânâ’nın mesnevisinden etkilenerek yazdığım şiirim:
GÜL, DENİZ, SU VE ATEŞ
Gül bahçesinde, dikenler içinde ne ararsın gönlüm?
‘’Fihi- Ma Fih ‘’ Ne Varsa İçindedir. Tomurcuk gülüm…
‘’Hâm bû dem, Puhte sudem, sûhtem’’ iyi aç gözün.
‘’Hamdım, piştim yandım’ ’ diye bildin mi iki büklüm?
Dinledin mi ağlayan neyden, duydun mu ruhun sesini?
Ayrılıkları dert edip, gördün mü dünyanın çehresini?
‘’Merec-el Bahreyn’’ anladın mı? Denizin, denize etkisini!
Denizi gören göz başka, sen görme! Köpüklerin öfkesini.
Aşkı arama, o kayıp değil. Kendini kaybet aşkı bul!
Beden ruhtan ayrı değil, olacaksan Mevlânâ gibi âşık ol;
Su söndürür ateşi, ateş olursan kaynar su, buğul buğul,
Kaynadıkça Kamil-i Mürşide dönersin, sema da yan! Usul usul…
(‘’Fihi- Ma Fih ‘’: Ne Varsa İçindedir. Mevlana’nın Eseri)
(‘’Hâm bû dem, Puhte sudem, sûhtem’’: ’Hamdım, piştim yandım.)
(‘’Merec-el Bahreyn’’: İki denizin buluştuğu yer )
Mürşide AYHAN