Günümüzde kendilerini müslüman olarak tanımlayanların büyük yanılgısı, dini kendi sınırları (edille-i şer’iyye) içerisinde değil, dışarıdan gelen telkinlerin çizdiği çerçeve içerisinde değerlendirmesidir. Oysa İslam’ın öngördüğü normlar, sadece bireysel-ahlaki ve ibadete dair değer ve davranış standartlarını değil, içerisinde ekonomik ilişkilerin de olduğu sosyal, hatta siyasi alanı düzenler. Dahası bunlar gönüllü ve bireysel değil, kendi sistematiği içerisinde zorunlu ve kurumsaldır.

 

Geçmiş asırlarda böyle bir sorun mevzubahis değildi. Zira onların din ve İslam kavramlarını anlayış tarzları, son iki asırlık dönemde batı sömürgeciliğinin ve kültürel etkisinin neden olduğu tahriften henüz etkilenmemişti. Yunan ve Roma mirasının geniş çaplı bir şekilde tercümeye başlandığı hicri ikinci ve üçüncü asırlarda; felsefe, matematik ve fizik alanındaki çalışmaların aktarılmasına rağmen, sosyal ve hukuki alanı ilgilendiren düzenlemelere hiçbir şekilde ilgi duyulmamıştı.

 

Her toplumun sosyolojisi farklıdır. Örneğin Yunanlı bir beyin cerrahının yaptığı ameliyat ile Türk ya da Müslüman bir doktorun yaptığı ameliyat arasında önemli bir fark yoktur. Ama Yunan sosyal bilimci ile Türk bir sosyal bilimcinin yaklaşımları arasında geleceği ilgilendiren çok önemli bir fark vardır. Bu yüzden kişi ve toplumu ilgilendiren düzenlemelerin yerli olması son derece önemlidir. Önceki dönemlerde yapılan da bu idi.

 

Din adına ortalıklarda gözüken kimisi de bu yetersizliği bir başka şekilde izah ediyor. Üstelik dinsel referansları kullanarak... Mesela peygamberi o döneme ve o topluma ait kabul ederek insanların hayatından çıkarıyor. Kur'an'ı da menkıbelerle, hikâyelerle budayarak dalsız yapraksız bırakıyor. Kalan kısmına da o günün isteklerine göre mana veriyor ve böylece bu meyveli, her dönemde yemyeşil ve gep-genç ağacı kurumaya-kurutmaya terk ediyor.

 

Bütün bunların sonucu olarak son zamanlarda amelsiz 'müslüman' tipi türedi. Belki düşünen, belki entellektüel ama amelsiz... Konuşurken, mangalda kül filan kalmaz, ortalıklar ona aittir, her konuda fikri (!) vardır. Her şeyi bildiği vehmindedir. Öyle bir anlayış türedi ki; sanki 'amelli' müslümanın düşünme yetisi yok... Sanki, bir kişi namazında, orucunda, nafile ibadetinde, giyimi-kuşamında, ikili-ailevi ilişkilerinde hassasiyet gösteriyorsa onun sosyal ve siyasi olaylara ilişkin bir fikri yok... Eğer gerçekten de böyleyse amelsiz 'müslüman'dan çok da farkı yok demektir... Birisi ifratsa diğeri tefrit...

 

Bu tip türedi 'müslüman'ları tam bir kibir abidesi, kompleks tipler aslında... Size zavallılık gözüyle bakar. Müslüman kimliği etnik kimlik gibidir. Nasıl müslüman olacağının sınırlarını da 'kendisi' çizer. Herhangi bir materyalist gibi beş duyusuna göredir bütün yaşamı... Kendisini ilim sahibi zanneder ama irfanın, hikmetin ne demek olduğu hususunda hiç bir fikri, gündemi yoktur. Amelsizlik ya esas ya da marifettir onun için...

 

Bütün bunları aşabilmek için müslümanların düşünce dünyasının güçlendirilmesi gereği vardır. Çocuklarımıza düz memur olma yerine bu ideale uygun düşünceler aşılamalıyız. Yani çok önemli ölçüde ilim adamı-insanı eksiğimiz var. İlmiye kısmı ayrıcalıklı değildir şüphesiz... Ancak ilim-bilim her insanın uğraşabileceği bir alan değildir. Zira bir yandan uzun bir süreci gerektirmekte, bir yandan da sabırlı olmayı... Bütün bunlar karşılığında da çoğu zaman yüksek bir geliriniz olamamaktadır.

 

Tabii, en iyisi her ikisinin de birden olmasıdır. Ancak bu mümkün olan bir durum değildir. Eğer itibar görme gibi bir düşünceniz varsa da her ikisine ihtiyacınız vardır. Ancak gerçek ilim adamı-insanı bunlara ihtiyaç duymaz. Çünkü bütün bunlar size itibar değil sorumluluk yüklemektedir. İlimle iştigal ediyorsanız düşünce üretme yükümlülüğü sizde demektir. İtibar bir sebep değil, sonuçtur.