Sorusunun cevabı size göre evet ya da hayır olabilir. Şu bir gerçek ki Anadolu topraklarında yaşayan insanların eskiden beri cömertliği, hayırseverliği bilinmektedir. Özellikle kırsal kesimlerde yaşayanlar, kendi olanakları ile gelen yabancılara kapılarını açar, yedirir, içirir, ‘
’Tanrı misafiri ‘’ diye ağırlarlar.
İmaret denilen misafirhanelerde hangi dine mensup olursa olsun, fakirlere ihtiyaçları nispetinde yardım edilirmiş. Bütün yolcular, imarethanelerde üç gün kalabilir ve kaldıkları müddetçe her öğünde birer tabak pilavla ağırlanırlarmış.
Şehirlerde yol kenarlarında bu imaretlerden başka her türlü şahsa kapıları daima açık olan kervansaraylar, bugün kalıntıları ile bize geçmişteki misafirperverliği gözler önüne sermektedir. Eskiden bir yerden bir yere atlarla, eşeklerle, belki de yayan giden yolcular, yollarının üstünde bulunan, kervansaraylara, köylere uğrar geceyi bu kervansaraylarda ya da köylerde geçirir, yer içer yola düşermiş.
Çoğu köylerde, böyle misafirler için; köylünün ortak malı olan köy odaları vardır. Bugün eski önemini yitirse de gelen misafirlerini ağırlamak amacıyla yapılmıştır. Ben çocukluğumda böyle bir köy odasını hatırlıyorum. Dokuma yastık ve minderlerle döşenmiş büyükçe bir oda, bir duvarının kenarında ocak, yanında kaplık üzerinde birkaç mutfak eşyası kap kacak, diğer duvarı; alabildiğine canlı renklerin, çiçekli desenli perdeyle örtülmüş, yüklük ve içerisinde yün yatak, yorganların dizildiği küçük penceresi ile aklımda kalan şirin toprak bir ev...
Atamamın ilk yapıldığında, bir balya eşya ile gideceğim ilçenin otobüsünün etrafında, erkek kardeşimle dönüp duruyorduk. Otobüs tıklım tıklım dolmuş, hareket etmek üzereydi. Otobüse binemediğim gibi o gün başka otobüste yok bir gün sonra ki akşama kadar... Bin bir güçlükle geldiğim garajdan geriye nasıl gideceğimizi düşünürken, bizim gibi yer bulamayan bir hanım teyze, beraber gideceğimiz bir taksi tutmayı önerdi. Çaresiz kabul ettik. Gide gide bitmek bilmeyen yollar bana çok uzun gelmişti. İlçede kalacak otelin olmadığını, öğretmen evinin bulanmadığını beraber gittiğimiz hanımdan öğrendim. Ben hemen göreve başlayacağımı sanıyordum. Okul müdürünün ‘
’on beş gün sonra gel’’ dediğinde eşyalarımı da bıraktığım Müzeyyen teyze bizi misafir etti. Hiç tanımadığımız yalnız yaşayan bu teyzeyi ve misafirperverliğini hiç unutamam. Çaresiz kaldığında ne otel, ne tanıdık, güzel kalpli insanların yerini tutamıyor…
Ne zaman yolum düşse Niğde - Kayseri güzergâhına, hep aklıma gelir; misafirperver bir köyün, iyi niyetlerinin kötüye kullanılmasından dolayı köylerini taşımaları… Geçerken yol boyunca bakarım ararım eski köylerinin izini. Bu köyün ilkçağdaki adı
Andabasil. Reşat Nuri Güntekin’in Anadolu Notları’nda adı geçen köy…
Niğde merkeze 12 km uzaklıkta Kayseri yolu üzerinde bulunan
Andaval köyü... Kayseri’den Niğde’ye gidip gelen yolcular bu köyle mola verirlermiş. Andaval halkı, soyu hanedandan gelen kişiler olduğundan gelen misafirlerini en güzel şekilde iyi karşılar, son derece ikramlarda bulunurlarmış. Konukseverlikleri kulaktan kulağa yayılınca gelen konuklar artmaya başlamış. Gelen misafirler hastalandığını, hava şartlarını öne sürerek günlerce ekmek elden su gölden yaşamaya başlamışlar.
Derken bu hileyi Niğdeliler de öğrenmiş, onlarda Kayseri’ye giderken Andaval’a postu sermeyi adet edinmişler. Nihayet Andaval köyü Anadolu’nun ortasında büyük imarethaneye dönmüş. Sonunda köy halkı dayanamayıp köylerini başka yere taşımak zorunda kalmışlar ve isimlerini de
Aktaş olarak değiştirmişler. Ama
Andavallı ismi ne yazık ki; dilimize kolayca kanan, aptal, bön, budala kimse olarak yerleşmiştir. Hiç hak etmediği halde...
Misafirlik üç gündür, üç günden sonra balıkta kokar, misafir de… Uzun süredir evinde misafiri olan ev sahibi; misafirinin yüzüne bir şey diyemez. Misafirinin ne zaman gideceğini anlamak için yaktığı ocağın üzerine kazanı koyar, kazanla söyleşir. Yemeğin geç pişeceğini misafirin yemeği beklememesini ima ederek ‘
’Kayna kazanım kayna, karlar yağıncaya (kadar) ’’ misafiri de cevap verir ‘
’Deden de burdan gitmez, yaz gelmeyinceye (kadar!)’’ Misafirliği devam edecek, onu ima ediyor. Misafirin yüzsüzü de hiç çekilmez doğrusu…
Evden kaçan üç arkadaş, bir köye misafir oluyorlar. Ev sahibi Tanrı misafiri diye bir yer sofrası hazırlıyor, en güzel yemekleri sunuyor. Açıkmış olan misafirler Allah ne verdiyse yemeğe başlıyorlar. Yemeğin tam ortasında içlerinden biri ‘
’ben doydum’’ diyerek sofradan kalkınca diğer arkadaşları da doymadıkları halde ayıp olmasın diye onlarda kalkıyor sofradan. Ev sahibine teşekkür ederek ayrılıyorlar o köyden. Diğer iki arkadaş, sofradan erken kalkan arkadaşlarına çok kızgınlar, bir derenin kenarında ikisi bir olup, erken kalkan arkadaşlarını bir güzel döverler ‘
’ Bir daha biz doymadan kalkacak mısın eee?’’ Yer misin yemez misin? İyice dövdükten sonra
‘’Bir daha biz kalmadan sofradan kalkma, kalkacağımız zaman sana işaret ederiz ‘’diye sıkı sıkı tembih ediyorlar.
Epey yol yürüyorlar, açlıktan nerdeyse ölecekler nihayet bir başka köye geliyorlar, bir eve misafir oluyorlar. Yine sofralar hazırlanıyor, buyur ediyorlar. Oturuyorlar sofraya. Evin sırnaşık kedisi, dayak yiyen arkadaşlarına usulca sürtünerek, ahşap sofranın altına kaçıyor. Daha çorbadan iki kaşık almadan arkadaşlarının kendini dürttüğünü sanan genç, doymadığı halde ‘
’Ben doydum’’ diyerek kalkarken; diğerler arkadaşları derede yediği sopayı hatırlatıp ‘
’derede soppak!’’ bunu duyan genç ’
’Tazece bismillah’’ diyerek geri oturuyor...
Misafir umduğunu değil bulduğunu yer; eski mahallerinden, çocukluk arkadaşları epeydir görmedikleri Hesna Hanıma toplaşıp ziyarete giderler. Beklenmedik misafirler Hesna Hanımı çok sevindirir. Bahçeli evinin en güzel köşesini minderlerle, yastıklarla döşeyerek misafirlerini rahat ettir. Öyle özlemişler ki birbirlerini sohbetlerin biri bitiyor biri başlıyor. Eski günlerini yâd ediyorlar. İki lafın arasında Hesna Hanım; ‘
’Kaç bi katmer edeyim’’ diyor, geri lafa dalıyor.
Katmer lafını duyan misafirler hiç nazlanmadan katmer yapılmasını bekliyor. Oturmaları uzadıkça ne bir katmer pişiyor, ne bir çay ikram ediyor. Hesna Hanım boyuna ‘
’Kaç bi katmer edeyim’’ diyor yerinden bile kalkmıyor. Bekliyor ki ‘
’Hiç zahmet etme’’ diyecekler. Gittikçe acıkan arkadaşları pişirilecek katmerin hayali ile iştahları artıyor.
Şöyle bahçenin bir köşesine sac konulsa, ocakta odun ateşinde, sürtülmüş mis gibi haşgeşli katmerleri biri açsa oklava ile biri çevirse, deve çulu gibi tel tel ne güzel pişer… Ne demişlerdi evlenmeden önce birbirlerine,
’’evlenince de beraber oturup kalkalım, eşlerimiz, çocuklarımız tanışsın, pastalı börekli günler yapalım, birbirimize yemekli gidip gelelim. ‘’ Gelgelelim; hayatın içine öyle bir dalmışlar ki iki yanlarını göremez olmuşlar. Yılların özlemi nice sonra bir araya getirmişti.
Eski arkadaşlar
‘’Kaç bi katmer edeyim’’ lafıyla geldiler, ‘
’Kaç bi katmer edeyim’’ lafı ile gittiler. Giderken eski arkadaşlarını görmenin hasretlik gidermenin mutluluğu vardı içlerinde. Yenmemiş, içilmemiş umurlarında değildi. Ama hepsinin aklında evlerine varınca katmer pişirmek vardı, tüplü ocakta da olsa… O günden sonra daha sık görüşürler ama Hesna Hanımın adı ‘
’Kaç bi katmer edeyim. ‘’olarak kalır. Misafir ağırlamak sadece yeme içme değildir. Misafire en iyi ikram; tatlı dil, güler yüz, hoş sohbettir.
Kaplıcaları meşhurdur bizim oraların. Bir zamanlar, tatil yerine buralara gelinir bir ya da iki hafta yatıya kalınırdı. Kiralanan bir odalı evlere yatağını yorganını, kabını kacağını gerekli olan yiyeceğini içeceğini alarak dinlenilirdi. Şehirden gelecek misafirler dört gözle beklenir, gelenlerin sevinciyle hamamın keyfi bir başka çıkarılırdı.
Yolları nasıl düştü bilmem kaplıcaya genç turist çifti geldi. Beklenmeyen bu misafirler, yatıda bulunan bütün herkesin ilgi kapsamındaydı. Erkekler, erkek turistin etrafını çevrelerken kadınlarda, kadın turisti hamama doğru götürüyorlardı. ‘
’Gel seni bir güzel yıkayalım, hamamın suyu pek şifalıdır…’’ Konuşulanlardan hiçbir şey anlamayan turist kadın, başını onay verir bir şekilde sallıyor, gösterilen yakın ilgiye gülümseyerek cevap veriyordu. Anlamadığını gören kadınlar elleri ile başlarını sabunlar gibi ovalıyor, yıkamak istediklerini anlatmaya çalışıyorlardı. Bu arada da var güçleri ile bağırarak kısa devrik cümlelerle ‘
’var biz seni yıkamak’’ Önce; suyun sıcaklığına aldırmadan hep beraber havuza giriyorlar. Turist kadın yüzmeyi çok iyi bildiği halde, havuzun içinde kadınlar kollarının üstünde yüzdürmeye çalışıyorlar, elleri ile suyu şapırtarak oyun çıkarıyorlardı. Turiste ilgi gösterdiklerinin sanan kadınlar neşeli şen kahkahalarla, turist kadını mutlu etmeye çalışıyorlardı. Kurnanın başına geçtiklerinde kadınlar yıkama sırasına girdiler. Hepsi ayrı ayrı sabunluyor, keseliyor, bol bol su döküyorlardı. Aşırı ilgiden bunalan turist kadın çırpınarak tepki gösterse de, pek gören yoktu. Soğuklanması için getirilen hoşaflar ısrar edilerek, zorla içiriliyordu. Konuklarına Türk misafirperverliğini göstermenin mutluluğu ile sıcak su ve aşırı yıkanmaktan kıpkırmızı olmuş turist kadına sevecen sevecen bakıyorlardı.
Gelen misafirlere ‘
’Aç mısın?’’ diye sormak nezaketsizlik sayıldığı eski yıllarda ikram edilen kahvenin yanında bir bardak su bulunurmuş. Misafir eğer suyu kahveden önce içerse, karnının aç olduğu anlamına gelir, hemen sofra kurulurmuş. Kahveyi önce içerse karnı tok olduğu sadece muhabbet etmeye geldiği anlaşılırmış. Yani misafir karnım aç demez, su ile ima edermiş; ev sahibi de, aç mısın tok musun demez su ile halini sormuş olurmuş.
Gelen misafirine sofra hazırlamamak için ‘
’Uykusuz musun? Susuz musun?’’ diye soran ev sahibine aç olduğunu ima eden misafir ‘
’Pınarın başında uyudum’’ Artık günümüzde Tanrı misafirinden çok kendi eş, dost, akraba, arkadaşlarımızı misafir ediniyoruz. Geleneklerimize göre imkânlarımız ölçüsünde ağırlamaya çalışıyor, hoşnut etmek istiyoruz. Misafiri memnun etmek ibadet gibi görülür. Dini bayramlarımızım temelinde de insanları bir araya getiren yardımlaşma dayanışmanın, barış ve hoşgörünün yanı sıra birbirini ziyaret etmenin ikramda bulunmanın manevi değerleri yatmıyor mu?
Misafirperverlik güzel huyları, cömertliği, iyilikseverliği paylaşmayı ve hayır işleme duygularını içinde barındırır. Deriz ya ‘
’Misafir on kısmeti ile gelir, biri yer dokuzunu bırakır ‘’