Öncelikle belirteyim ki; ilk akla gelen şekliyle ben de bir ‘taşralı’yım. İstanbul’da doğup büyümedim bir başka deyişle... Bu yüzden yapılan değerlendirmenin burada mevzu bahis edeceğim ‘taşralılık’la ilgili olduğunu bildirmek isterim. Bir başka açıdan da bakılırsa kahir ekseriyetimizde az ya da çok taşralılık yok değil... Söz konusu taşralılık bir kısmımız bakımından kültürel olarak ‘ezilmişlik’le ilgili iken, asimilasyona uğramış olanlar bakımından asimilatörler karşısındaki kompleksle ilgilidir. Hani şu Batı ve ‘batıl’ olanından bahsediyorum.

Malum; üzerinde yaşadığımız topraklar imparatorluk bakiyesi... Osmanlı devleti Balkanlardan-Kafkasya’dan geri çekilmek zorunda kaldıkça, birçoğu da Osmanlı’nın fetihleri bağlantılı müslüman olmuş olan halklar akın akın Osmanlı’dan geriye kalan topraklara hicret etmek zorunda kalmıştı. Ama bir aşamada Osmanlı da kalmadı geride... Ne var ki kurulan yeni devlet ‘ulusal’ ve ‘enternasyonal’ reflekslerle inşa edilmiş, Çerkez’i Boşnak’ı Gürcü’sü, Arnavut’u açığa düşmüştü. Bir anda kendilerinin zannettikleri, uğruna öldükleri topraklarda ‘sığıntı’ haline geldiler adeta... Oysa aralarında Kurtuluş savaşının, Çanakkale savaşının, Balkan savaşlarının da olduğu harplerde onlar da bulunmuş, birçoğu ‘seferberlikten’ geri dönememişti.

İçeride yerleşik olan da yaşadı benzer hissiyatları... Oysa sözgelimi Kazım Karabekir, Ermenilere karşı oluşturduğu orduya ‘Doğu’dan asker toplamıştı ki, bu coğrafyada yaşayanların çoğunluğu kendilerini ‘Kürt’ ya da ‘Zaza’ olarak isimlendiriyor ve öteden beri yaşadıkları bu topraklarda kendi dillerini konuşuyorlardı. Şeyh Sait de Seyit Rıza da birtakım gerekçeler öne sürülerek ortadan kaldırılmış, söz konusu kimlik uzun yıllar yok sayılmıştır. Ne yazık ki 40 yıldır yaşadıklarımız da yine aynı politikadan güç almıştır.

Sonraki süreçte hayatın zorlamaları onları büyük şehirlere yöneltmiş, fakat burada da taşralı kalmış, ‘getto’lar oluşturmuşlardır. Kültürden birkaç nesil sonra geriye kalan ise birkaç yemek, birkaç folklordan başkası değildi.

Anlaşıldığı üzere ‘taşralılık’ geri kalmışlıkla eş anlamlıdır. Sözgelimi bölgesine gelmiş bilindik bir siyasetçiyi görmek için saatlerce güneşin alnında beklemek söz konusu zihniyetle ilgilidir mesela... Ya da adı-sanı duyulmuş bir program (Yetenek Sizsiniz gibi) beldesinde yapılıyorsa (Afyonkarahisar’da yapılacağı zaman kuyruğu görünce ne çok hayret etmiştim) görüntü vermek adına saatlerce kuyrukta beklemenin kendisi bakımından bir götürüsü yoktur. Aynı şey asimile olmuşlar bakımından da öyledir; Justin Bieber’in konserini düşünün mesela... Bizim olması gereken ‘ergen’ kızlarımızın kaydığı zihniyet dünyasına internetten bakılabilir. Hatırlıyorum 90’lı yıllarda günlerce tanıtımı yapıldığı halde Michael Jackson konsere gelmemişti bile... Kompleks yaşamakta haklı yani kültürel asimilasyona boyun eğenler...

Aslında mevzubahis durum sadece bireysel de değildir. Bir başka anlatımla taşralılık ‘devlet’ anlayışı bakımından da çok farklı değildir. Öyle olmasaydı hiç, toplum sosyolojisine uygun olup-olmadığına bakılmadan atlanır mıydı söz konusu ‘batı’l medeniyetin(in) kurumlarının üzerine; yüz yıl önce... Madem bir savaş yapılıp kazanıldı; o halde neden savaştığın medeniyetin (!) kurumlarını ülkene taşımak için harcıyorsun bütün kaynaklarını... Amerika işgaline karşı savaşan Vietnam öyle mi yaptı mesela... Ya da Afganistan... Neden altmış küsur yıldır ‘kapı kulluğu’ yapılıyor Avrupa Birliğine...

Taşralılık aslında bir zihniyet mes’elesi, bir tür korku paranoyasıdır. Malum; son birkaç yüzyıldır medeniyet yarışında geri kaldık. Gerek kendi içerisinde yapılan reformlar gerek dış dayatma girişimleri gerekse de iç dayatmalar bu yarıştaki geri kalmışlığımızı aşmamıza yetmedi. Ne öykündüklerimiz bakımından kabul gördük ne de genlerimizdeki medeniyet kodlarını çözebildik. Böyle olunca da ‘bi acayip’ toplum olup çıkıverdik işte; taşralılıktan...