GÜL KOKULU AŞK MEKTUPLARI YAZILIR MI SENSİZ?
Hayrettin DURMUŞ
Defterimin arasında kuruyan gül yaprakları gönlümde nasıl yeşeriyor bir bilsen? Sen içimdeki yangını söndü mü zannedersin? Yüreğimin közünden ne yangınlar tutuşur bir görebilsen. Yüzümdeki gülümsemeye aldanma; bu neşeli, şen şakrak adamın yüreğindeki sarnıçlardan haberin var mı? Nicedir gam yüklü kervanlar hep bende konaklar…
Deli taylar koşar içimde çılgınca. Dört nala vahşi atlar geçer sana yol eylediğim yüreğimden. Bir kez olsun adını düşürmedim dilimden. Ne olur sen tut elimden. Bırakma beni haramilerin yurduna. Toprağında gül eyle, bayrağında al eyle, üstüne bastığın çöl eyle, ne yaparsan yap. Yeter ki rengi bulanık, kokusu haram, tadı zehirli gurbetlere sürme beni…
“Beni görmeden sevenlerimi görmeyi çok arzulardım” diyen billur ağzına can feda. Ben de seni görmeyi nasıl arzuluyorum bir bilsen. Çağdaşın olup sana kasideler yazsam bana da hırkanı verir miydin? Uğrunda Uhud’un toprağına serilseydi tenim, üzerime ot atıp gözlerinden sağanaklar akıtır mıydın? Belki de senin gülen gözlerinden inciler gibi sulusepken saçılmasın diye yanında olamadım kim bilir?
Tırmandığım her sevda yokuşunda sen varsın. Gül kokulu aşk mektupları yazılır mıydı sen olmasan? Uykular bölünür müydü en tatlı yerinde? Senin mahallende dolaşmak olmasa uykuya dalınır mıydı? Varsın Ferhat’ı Şirin’in uğruna dağları deldi bilsinler. Mecnun çöllerde Leyla için dolandı bellesinler…
Ey güzeller güzeli! Ey gözleri sürmeli? Sen varken başkasına âşık olunur mu? Senden güzeli bulur mu? Yusuf için parmaklarını doğrayanlar seni görselerdi eğer kör olup bileklerini keserlerdi güzelliğin karşısında. Ben nasıl sevdalanmayayım, nasıl yanmayayım?
Sen “Refik-i alâya” kanatlanalı beri bizler nasıl hicranla ağlıyoruz, seni nasıl arıyoruz bir bilsen! Sanki güneş yüzünü kararttı, ayın ışığı söndü. Dünya karanlıklar içinde; sancılı ve huzursuz. Yine güçlüler zayıfı eziyor, zulüm ve vahşet kol geziyor. Milyonlarca insan yokluğun, açlığın pençesinde. Etrafımız kan, barut, gözyaşı. İnsanlığın yaşadığı ıstırap karşısında yüreklerimiz hâlâ tek parça…
Dünyanın bu karanlık manzarasını görmektense keşke yetim bir çocuk olsaydım da başımı okşasaydın. Kara bir taş olsaydım da Hendek’te mübarek vücuduna beni sarsaydın. Ya da göçebe bir bulut olsaydım seni gölgeleyen. Taif’te sana atılan taşlar önce bizim vücudumuzu kanatsa. Yalnız sevmekle değil, ah seni bir anlayabilsek, önderimiz, örneğimiz olsan gerçekten. Canlı cenaze haline gelmiş bedenlerimiz tertemiz ahlâkınla yeniden dirilse…
Verdiğin müjdeler birer birer gerçekleşti. Ne dediysen harfiyen çıktı. Konstantiniyye’yi aldık, Kisra’nın saraylarına girdik. Dünyanın her köşesinde sana inananlar var ama her geçen gün biraz daha uzaklaşıyoruz senden. Başkalarının aşklarını sahiplenirken, bigane kalıyoruz tanıdıklarımızın acılarına. Aileler perişan, boşanmalar arttı, psikiyatri klinikleri çoğaldı, cinnet geçiriyoruz adeta. Mahkeme salonları tıklım tıklım, sözü senet olan adam sayısı azaldı, doğruluğu kendi ellerimizle rafa kaldırdık… Senin “ayağımın altında” dediğin eski hastalıklarımız nüksediyor yeniden. Komşumuz açken tok yatar olduk, bencilliğimiz had safhada Biz şerefli bir peygamberin, Muhammed’ü-l Emin’in ümmeti ne hallere düştük heyhat!
Gel ne olur? Arif Nihat Asya’nın diliyle “Hacdan döner gibi gel. Miraç’tan iner gibi gel!” Ey güzelliğini çağların eskitemediği can evimin mihmanı! Kleopatra’ya, Mona Liza’ya destan düzenler seni tanısalardı bir harflerini feda ederler miydi acaba başkaları için?
Kızgın çöllerde yanarken bile adını sayıklayan Bilal değilim. Senin verdiğin müjdeye nail olmak için İstanbul’u alan Fatih değilim. Övülen askerlerden olayım diye tacı tahtı bırakan II. Murat da değilim. “Trenler Medine’ye uğradığı zaman peygamberim rahatsız olmasın” diyerek raylara keçe döşeten Abdülhamit de olamam ama ümmetin olmakla şereflenmiş bir sevdalınım işte.
Ben de vurgunum on sekiz bin âlemin ecesine. Bezm-i elest’ten beri bağlıyım Yüceler Yücesine. Canım feda olsun Kelamullah’ın her hecesine. Bizden de selam olsun gerçeğin ve güzelin en son habercisine…