Öğrencilik yıllarım tam da o dönemlere rastlar. Sağ, sol çatışmalarının en yoğun olduğu zamanlar. Mahallelerin bölündüğü, kurtarılmış bölge diye bir sağcıların, bir solcuların eline geçtiği, geceleri bomba seslerinin, gündüzleri ölüm haberlerinin duyulduğu, kardeşin kardeşe düşman olduğu sıralar… Konya en sessiz, en sakin şehir... Konya böyle ise diğer şehirler nasıldı acaba?

 

Daha ortaokula giderken, anlamını bir türlü kavrayamadığım boykotlar, öğrenci hareketleri, cadde ve sokakların duvarlarda aranan anarşist afişleri, suikasta kurban gidenler, faili meçhul cinayetler, yağ, tüp, kuyrukları, karartılan geceler…

 

 Çocukluk nasıl bir şey?  Bütün bu olanlar çocuk dünyamın ötesinde gelişiyordu. Beni ilgilendirmiyordu. Neyi paylaşamadıklarını bilmiyordum, anlam da veremiyordum. Benim görevim; her akşam huzur içinde yatabilmek, her sabah kalkıp evimizden oldukça uzaklarda olan okullara koşa koşa gitmek, ders yapmak, kendi küçük atmosferimde bana büyük gelen küçük dertlerimle uğraşmak.

 

İlk gerçek anlamda üzülmeyi, acımayı yaşlı çöp toplayan kadının; çöp variline konan bombanın patlaması sonucu lime lime parçalanan vücudunu, yakınındaki ağaçlara asılı kaldığında anladım.  Okulumuzun yolu üstünde gerçekleşen bu hazin olaydan az önce o yoldan geçmiş olmam, tesadüfen yaşadığımızın en acı örneği idi bana göre.  Her gün okula giderken yaşlı kadının parçalarını ağaç dallarında sarkarken görmek… Daha sonraları babamı kaybedeceğim, diğer acıların üstüne görünmez kalemle kalın bir çizgi çekip kendi yaşam mücadelemin içine gömüleceğim ve evin babası olacaktım. Annem ilkokuldan beri benim öğretmen olmamı istiyor. Kendisini okutmamış olan ailesini ilk fırsatta yeriyor, özellikle kız çocuklarının okuması gerektiğine inanıyor ‘’Kolunda altın bileziğin olsun’’ diyerek kendince bana yakıştırdığı meslek öğretmenlik.

 

Bu arada üniversite sınavlarının sonuçları geldiğinde Konya dışında bir tercih yapmam imkânsız görünüyordu. Mecburen Konya Selçuk Eğitim Enstitüsünün Matematik bölümünü seçtim. Gündüz çalışacak gece okuyacaktım.

 

O zamanlar bile ‘’Adamın olacak, torpil bulacaksın’’ sloganı ile bin bir mücadele ile girdiğim iş yerinde ki arkadaşlarım, babamın çalışma arkadaşlarıydı. Okulum gece bölümü olmasına rağmen saat dört gibi iş yerinden çıkıp Meram yeni yoldaki okuluma; otobüs ya da dolmuşla yetişmem gerekiyordu. Aksi bir şefin yüzünden neredeyse ona görünmeden kaçarak, saklı çıkıyordum iş yerimden. Beraber aynı oda da çalıştığım arkadaşlarım beni idare ediyorlardı. 

 

Okulumda ise daha çok gündüz olaylar oluyor, öğrenci grupları birbiri ile çatışıyor, bu yüzden okul tatil ediliyordu. Gece bölümünde daha çok çalışan öğrenciler eğitim gördüğü için önceleri pek olay olmuyordu, daha sonra gece bölümüne de sıçradı, günden güne tırmandı olaylar. Türkiye toplumsal ve siyasi tarihinin en sancılı günlerini yaşıyordu. Okulumuzda bundan nasibini alıyordu.

 

Okuldan gece geç vakitte çıkıyor, belediye otobüsleri ile evlerimize gidebileceğimiz durakta inip yürüyorduk. Beni, annem her gece Atatürk Anıtının oradaki durakta bekler, beraber eve dönerdik. Evimiz İstasyon caddesindeydi.

 

Olaylar tırmanınca polis eşliğinde kimliklerimiz, kendimiz kontrol edilerek okula girmeye başladık. Zaman zaman okulda çıkan çatışmalara jandarma müdahale ediyordu. Çıkışta arka arkaya sıralanmış belediye otobüslerini ikiye ayırmışlar; başlarında polisler yön gösteriyor ‘’Sağcılar bu taraftaki otobüslere, solcular şu taraftaki otobüse binecek!’’

 

İki farklı gurup arasında kalakalmıştım. Ne sağcıydım, ne solcu… Tarafsızlara otobüs yok. Önümdeki ilk gördüğüm otobüse binmek zorunda kalıyordum. Çıkışta çok kalabalık oluyor, tıklım tıklım dolu otobüsler yeterli gelmiyor, yeni gelecek otobüsü beklemek zorunda gerekiyordu. Annemi daha fazla merakta bekletmemek için çıkışta bütün gücümle otobüslere doğru koşardım hangisi olursa. Yine de güç bela binebilirdim. Bindiğim otobüs doluydu yine. Günün yorgunluğuna gecenin karanlığı eklenince ayakta duracak halin kalmıyor ama bir an önce evde gidebilme düşüncesi dayanma gücü veriyor insana.

 

 Otobüsümüz ilerlerken öğrenciler marş söylemeye başladılar. O dönemde marşlar da sağcı solcu diye ayrılıyordu. İlk kez duyduğum marşlar da var. Yanımda duran öğrenci genç ‘’Sen niye söylemiyorsun?’’ ters ters bakarak otobüsü durdurup aşağıya atacakmış gibi kızıyor. Cevap vermedim başımı başka yöne çevirip tanıdık bir yüz aradım. Sınıfımdan bir tane bile arkadaşım yoktu otobüste. Marşlar havada uçuyor, biri bitiyor diğeri başlıyor. Derken yolda giderken polis durdurdu otobüsümüzü. Şoförün yanına geçerek ‘’ Emniyete çek ‘’ dedi. Marşlar birden kesildi. Otobüsün içindekiler şoföre bağırıyorlar ’’Durdur otobüsü, kapıları aç!’’ şoför duymuyor bile bastı gaza emniyete götürecek. Öğrencilerden iri kıyım bir delikanlı şoföre yaklaşarak ‘’Sana aç dedim kapıyı!‘’ diye sert bir yumruğunu yapıştırdı şoföre. Neye uğradığını şaşıran şoför, direksiyon hâkimiyetini kaybederek otobüsü de sendeletti. Polisin şaşkın bakışları altında gençler, şoföre doğru hamle yapınca yolun ortasında durdurmak zorunda kaldı şoför. Kapıları açınca bir solukta boşalttık aracı. Gecenin altında neredeyim diye epeyi bir bakındım. Herkes ne yöne gidiyorsa peşlerinden bende yürüdüm.

 

Gecenin geç saatlerinde yürüyerek annemin beklediği durağa varmam çok uzun sürdü. Annem meraktan ölmüş, gözlerini yola dikmiş ıssız gecenin altında beni bekliyor. Evladını yitirmiş de bulmuş gibi derin bir nefesle şükür duaları okuyordu. Kucaklaştık. Annelerin hakkı ödenmez de, ben hiç ödeyemem…

 

Ertesi gün okula gittiğimde; o gece başka otobüsleri emniyete götürmüşler, öğrencilerin kimliklerini almışlar, erkek öğrencilerin saçlarını da sıfıra vurmuşlar. Çoğu okula girememiş, kimliksiz kapıdan almamışlar. O hafta yazılı sınavlarımız başlıyor. Sınavlar gündüz oluyor. Hafta içi, hafta sonu fark etmiyor. Sınava gidebilmek için iş yerimden hasta sevk kâğıdı alıyorum. Koşa koşa okulun karşısındaki sigorta hastanesine kayıt ettiriyorum. Ben sınavdan çıkıncaya kadar sıra gelmemiş oluyor. Öyle de kalabalık hastaneler. Üst üste gelen sınavlarda bin bir güçlükle rapor alıyorum. İş yerinden izin alamıyorum. Bazen aynı odayı paylaştığım Adil ağabey, şefin olmadığı zamanlar ‘’Sen git ben idare ederim ‘’ diyerek beni gönderiyordu. Sağ olsun. Böyle iyiliğini gördüğüm insanlar vardı.

 

Sınavlar döneminde, Adana’dan gelen öğrenciler bizim okulu doldurdu. Okul tam bir karışıklık içinde…  Sınava geç kalmama heyecanı içinde kimliğimi gösterip bahçesine girdiğimde önümü bir grup genç kesti. Hilal şeklinde etrafımı sardılar. İçlerinden biri bir adım öne çıkarak ‘’Beni tanıdın mı? Ben kimim? ‘’ Yüzüne dikkatli baktım, daha önce hiç görmedim ve tanımıyordum. ‘’ Hayır, tanımıyorum’’ dedim. Tanımamam çok büyük yanlıştı ona göre. ‘’Beni tanısan iyi olur, Ben Ülkü ocakları başkanı Ramazan. ‘’ Niye tanıyacakmışım?’’ diye çıkıştığımda ‘’Sen komünist misin? ‘’ beni sorguluyordu, Komünistlik kötü bir şey galiba, kimse beni böyle ağır itham etmemişti. Kelimenin tam manasını bilmiyordum bile. ‘’Size ne? ‘’ diyerek tepkimi gösterdim. Küfür mü ediyordu bana? Zaten canım burnumda güç bela okula geliyorum, benim derdim sağcılık, solculuk değil, ben namusumla ekmek kavgası peşindeyim. Bunları anlatamıyorum, sınava geç kalacağım lafı uzatırsam,  yürüdüm geçtim arkamdan bağırıyor,  gözdağı vererek ‘’ Bir daha buraya gelirsen bacaklarını kırarım senin, yarın okula gelmiyorsun, gel de görelim…’’ moralim bozuldu canım sıkıldı.

 

Aynı sınıfta beraber oturduğum kız arkadaşıma anlattım. Meğer bizim sınıfta solcular çokmuş, teneffüslerde de onlarla beraber göründüğüm için ben de kara listedeymişim. Kara liste ne ya? Kim yapıyor bu listeyi? 

 

Ertesi gün yine polis kontrolünde girdim okula, bahçesinde bu kez karşımda Adana’dan geldiğini sandığım başı kapalı; abla edasında bir kız yanıma yaklaştı ‘’Sen bu okulun öğrencisi misin? ‘’ diye sordu, ‘’Evet ‘’ dedim. Şüpheci bir tavırla ‘’Öğrenci kimliğin var mı?’’ Henüz elimdeydi kimliğim, çantama koyma fırsatım olmamıştı. Gösterdim. Birden elimden çekti aldı. Neye uğradığımı şaşırdım. ‘’Ülkü ocaklarına gel al kimliğini’’ dedi. ‘’Ülkü ocakları neydeymiş, yerini bilmiyorum?’’   dedim. ‘’Sora sora bulursun’’ diyerek yüzüme bile bakmadan kimliğimi sallaya sallaya yürüdü gitti.

 

Kimliksiz okula almıyorlardı. Yeni kimlik çıkartmak istedim aynı gün, ne müdür vardı okulda ne yardımcısı. Çok çaresiz kaldığımı hissettim. Daha bir hafta var sınavların bitmesine. Sınava girmediğin zaman sınıfta kalıyorsun. Araya sora Ülkü ocaklarını buldum kimliğimi alacağım. Konya’nın merkezi sayılabilecek yerde, bir ara sokaktaydı bina. Belki önünden defalarca geçtim ama başımı kaldırıp ta bakmamışım bu sokakta neler var. Dar bir merdivenden üst kata çıktım. Eski binanın çok büyük olmayan bir salonu;  dolu benim gibi kimliğini kaptıranlar gelmiş. Sinema sandalyeleri gibi dizilmiş, sıralar ön taraftaki kürsüye bakıyordu.

 

Aynı sınıftan başka bir kız arkadaşım da geldi o da kimliğini alacak. Bizi oturttular, kalabalığız erkek, kız bekliyoruz. Bu arada kürsüde birisi, Fatih Sultan Mehmet’i anlatıyor, İstanbul’un fethini; tarih sevdiğim derstir. Dinliyorum. Şu ülkücüler güzel güzel anlatsalar herkes ülkücü olur diye düşünüyorum. Neden kaba kuvvete başvuruyorlar anlamıyorum. Kendilerinden soğutuyorlar bu tür davranışlarla. Bekleyenleri birer birer çağırıyorlar. İsmi okunan yan odaya geçiyor. Yanımdaki kız arkadaşımı da çağırdılar. Elindeki çantayı bana bırakarak gitti. Zaman geçti gelmedi. Beni de çağırdılar. Gittim yüzüme baktı masanın başında oturan kişi, kimliğimi verdi elime ‘’Güle güle.’’  Neydi kimliğimi alıp, bizi oralara kadar getirtmekteki amaçları anlamadım.

 

Arkadaşın çantası bende kaldı ve bir daha göremedim arkadaşımı. Sınavdan çıkar çıkmaz soluğu iş yerimde alıyordum. Üzerimde ağır bir baskı hissediyordum. Şef farkına varmadan odamda olmalıydım. Görünmemek için arkadan dolanarak, arka kapıdan giriyor,  arka merdivenlerden çıkıyordum. Yine öyle soluk soluğa çıkarken şefim ile burun buruna geldim. Sert ses tonuyla, ‘’Nerden geliyorsun?’’ Adil ağabey önceden tembihlemişti ‘’Seni sorarlarsa kantine gitti, şimdi gelir derim ‘’ diye. Bende ‘’Kantinden geliyorum ‘’ dedim. ‘’Kimden izin aldın kantine gitmek için?’’ kantin, Devlet Dairesine ait bina topluluklarının içinde, aynı bahçenin ilerisinde bir yerdeydi. Çalışanlar, zaman zaman mesai saatleri içinde buradan alış veriş yaparlar, haftalık ev ihtiyaçlarını görürlerdi. Kimsenin izin alması gerekmiyordu kantine gitmek için. Ama şefim bana soruyordu işte. ‘’Adil Abi ‘’ dedim kendimi kurtarmak için. ‘’ Adil’de kim oluyor? Çağır bana şu Adil’i!’’

 

Olaylar durulmak bilmiyordu. Her gün televizyonda suikastlar, bombalamalar, çatışmalar, ölenler, faili meçhul cinayetler yayınlanıyor,  zaten bozuk olan moralleri iyice bozuyordu. Sokak çatışmaları Konya’da da başlamıştı. Güpegündüz penceremizin önünde, arkasını dönerek silah ata ata kaçan genç ile arkasından kovalayan sivil polisin çatışmasını seyrediyoruz. Sivil polis bacağından vurulup yere yığılıyor. Genç, kaçıp giderken eşi ile karşısından gelen hamile kadına çarpıyor. Sokakta onlardan başka kimseler yok. Biz dâhil dışarı çıkıp yardım edemiyoruz. Korku ve şaşkınlıkla olan biteni izliyoruz. Daha sonra polisler geliyor. Etrafta aramalar yapılıyor. Bizim apartmanın bahçesine atılmış silah buluyorlar. Silah seslerinin gündüz duyulması artık olağan, geceleri zaten bombalar patlıyor.

 

Sabah işe giderken bir ağacın altında öldürülmüş birini görüyorum. Üzerinde parke kolunun biri yok, öylece kapaklanmış yatıyor. Daha önce grup halinde gezerken görmüştüm yatan kişiyi,  kolunun olmadığı dikkatimi çekmişti. Şimdi öldürülmüş ağacın altına atılıvermişti. Şok içinde işime geç kalmamalıyım diyerek uzaklaştım oradan.  Annem artık okula gitmeme karşı çıkıyor. ‘’Bırak okulu, okuma, istemem! Her gün bir kazaya kurban gideceksin diye beklemekten korkuyorum’’ Okumam için her türlü fedakârlığa hazır olan annem artık dayanamıyor, okulu bırakmam için baskı yapıyordu. Okulu bırakacağım… O gün okula gitme saatim geldiğinde Adil ağabey, ‘’Hadi ne duruyorsun geç kalacaksın okula? ’’ diye uyarıyor ‘’Okulu bırakıyorum Adil ağabey, gitmeyeceğim ‘’ dedim. Adil ağabey; ‘’Dolmuş paran yoksa söyle, ne demek okulu bırakacağım? Herkes okul kazanacağım diye uğraşıyor, kazandığın okulu neden bırakacaksın? Sen okuyacaksın, okumalısın. ‘’ yerinden kalktı, ‘’ Kızım sayılırsın, bak yemin ediyorum döverim seni ‘’ zorla gönderdi beni okula. ‘’Hızlandırılmış eğitim’’ diye bizden sonra okula girenler mezun oldular. Ortak yapılan sınavlarda kopyalar gözlerimizin önünde havada uçuştu. ‘’Kimse de ne oluyor?’’  demedi. Ben ders çalışmak için fırsat ararken, gece sabahlara kadar ders çalışacağım derken, hızlandırılmışlar mezun oldular bile.

 

Olaylar, olaylar... İnsanı canından bezdiren olaylar. Korku, endişe, geleceğe karamsar bakış. Bu arada İsrail, Kudüs’ü ebedi başkent ilan etmiş, buna tepki olarak da Konya’da miting düzenlenmişti. 6 Eylülde yapılan mitingi yine evimizin penceresinden izledik. Yüz binden fazla kişinin katıldığı miting sırasında sarıklı cübbeli kişiler göze çarpıyordu. Ellerinde Arapça yazılmış pankartları taşıyorlardı. Evimizin  önünde toplanan grup daha sonra sloganlar atarak uzaklaştılar. Miting sırasında bir kısım göstericiler İstiklal Marşını yuhalamış, söylenirken saygısızlık yaparak oturmuş, laiklik karşıtı sloganlar atmışlar. Burası Türkiye değil gibiydi.

 

12 Eylül 1980 günü, iki sınavım vardı. Analitik geometri ve Analiz dersinin... Erkenden kalktım hazırlanıp çıkacaktım ki; siyah beyaz televizyonda Kenan Evren konuşuyor.  12 Eylül Harekâtı… Artık olaylar olmayacak, kan dökülmeyecek... Bilir bilmez sevindik. Gerçekten de olaylar şıp diye kesildi. Karamsar duygular, biraz olsun hafifledi herkes Kenan Evren’i çok seviyor, çünkü Evren; kardeşin kardeşe düşman olduğu, sağ, sol yüzünden insanların birbirini öldürdüğü o karanlık günleri bitirdi. Yıllar sonra;  ülkeyi kargaşaya, karışıklığa sürükleyerek askeri darbeye zemin hazırlamak isteyen güçler tarafından çıkarıldığının anlaşıldığı savunuldu. O gün benim sağcısından da solcusundan da nefret ettiğim gündür.  Kenan Evren yargılandı.  Darbelerle on yıl geriye gittiğimiz günlerin içinden yalpalayarak, sendeleyerek bu günlere geldik. 12 Eylüller, 15 Temmuzlar bize ders olmalı.   Geriye dönüp bu günlere bakıyorum da millet olarak, devlet olarak ne kadar safmışız.  Din uğruna kandırılmak, siyasi çıkarlara alet olmak gibi her türlü oyuna kanmaya hazırız sanki. Amacımız yurdumuzun geleceğini, çıkarlarını korumak ise oyuna gelmeden, kandırılmadan, bizi bölmelerine izin vermeden hep birlikte el ele verip gözümüzü açmalıyız. Olan bu güzel Vatan’a, ülkesini seven insanlara oluyor…