Dağların arasına saklanmış yaylalara yakın bir köy burası. Torosların Aladağ eteklerinde kurulmuş Niğde-Çamardı’na bağlı Bademdere Köyü... Benim ilk görev yerim sayılır. Uzaktan bakıldığında;  sert platin renkli kayalar ve zirvesinde yaz kış kar eksik olmayan;  Aladağların en yüksek yeri Demirkazık tepesi... Onun hemen önünde çıplak tepelerin bulunduğu kıraç, verimsiz taşlık arazi gözünüze çarpar.  Sonra yamaçlarında birden bire yeşillenen, çölde vahayı andıran elma ağaçları ve tarım alanlarının bulunduğu topraklar. Tezat ikilinin oluşturduğu, bakmaya doyamadığınız muazzam manzara... İncisi içinde saklı istiridyedir adeta eşimin köyü.

 Çoğu kişinin pek bilmediği sadece yöre halkının tanıdığı bu çevre, diğer köylerde olduğu gibi çok göç almıştır. Ancak bahar ve yaz aylarında bağı bahçesi olanlarla, memleketini, köyünü özleyenlerle dolar taşar. Köylerini ziyarete gelenler gibi biz de gittiğimizde mutlaka ‘’Boğaz’’ denilen, köye 7-8 km uzaklıktaki yerde piknik yaparız. Hırçın dağ kütlesinin ortadan yarılıp geçit verdiği; baktığınız zaman sizi ürküten vahşi güzelliğe sahip doğa harikası. Yolunuzun ortasında birden bire dikiliveren yüksek kaya parçasının dik yamacından süzülen ballara kimse erişemediği için kendi halinde sızdığını görürsünüz. Ulaşılamayan bu balları geride bırakarak yürümeye devam ettiğinizde yine büyük kaya kütlelerinin ayakucunda, taşların arasında yerden kaynayan buz gibi sularının aktığı pınara ulaşırsınız. Bu pınarın etrafında, doğayla baş başa ağaçların gölgesinde akşama kadar eğleşiriz.  Birkaç yerden kaynayan, başından buz gibi sulardan içtiğimiz, karpuzlarınızı suyuna salıverdiğiniz;  yerel adıyla ‘’Totarı’’ kaynak suyunun içinde ‘’Bir dakika kim durabilecek?’’ iddialarını gönüllü en babayiğitlerin bile kaybettiği pırıl pırıl irili ufaklı çakıl taşlarının arasından yatağını bulmuş akar. İleride Karapınar, sonra Ecemiş Deresine karışarak Adana Seyhan’a kadar giden dağların suları... Bu pınarın arkasında sanki Kayseri Kapuzbaşı Şelaleleri var da onun sızıntısı gibi gelir bana.

Yine bizler bu su kenarında piknik yaparken, dağlık tepelerden bulunduğumuz yere doğru sırt çantaları ile tek sıra halinde sarp yamaçları inerek, önümüzden geçen 8-10 kişilik turist grubunu gördük. Şaşkın bakışlarımızla izledik geçip gidenleri. Bana göre kuş uçmaz kervan geçmez bu yerlerde turistlerin ne işi vardı? Dağcıların kaldığı, dağlarına tırmandığı, bazen kaybolduğu hatta kazaların ölümle sonuçlandığı tepeye ‘’Demirkazık Dağ Evine gidiyorlar’’ desek, yürüme mesafesinden çok uzak yerde. Fransız olduğunu tahmin ettiğimiz bu turistler nereden geliyorlar, nereye gidiyorlar? Bende merak konusu oldu. Yöre halkından duyduğum kadarı ile bulunduğumuz bu yerin batısına doğru olan tepelerin birinde Büyük İskender’in komutanının mezarı varmış ne kadar doğru olduğunu bilmiyorum. Onun için gelmiş olabilirler mi? Ama turistlerin geldikleri yönle hiç ilgisi yok.

 Acaba yaylalara mı çıktılar? Oralardan mı geliyorlar?  Eşimin ailesinden sık sık duyuyordum eskiden eşeklerle yaylalara çıktıklarını. Özlemle anlata anlata bitiremiyorlardı yaylalardaki yaşamın güzelliğini. Envai çiçeklerin, yedi göllerin de içinde bulunduğu çeşitli su birikintilerini, koyunları için taze otlarının olduğunu,  yaz başlangıcından güze kadar orada sadece kadınların, çadırlarda yaşadıklarını, sağılan sütlerin mis gibi koktuğunu, yağ, peynir yaptıklarını,  merakla dinlerdim hep.  Eşeklerle çıkılabilen yaylalarda aylarca kaldıklarını, ihtiyaçlarını belirli aralıklarla köyden birileri sağladığını… Gelen kişiler her seferinde bayram havasında, sevinçle karşılanıyormuş. Anlattıkları yerde hissediyorsunuz serin ve temiz havasını, doğal güzelliğini.   Ben de çıkmak istemişimdir ama bir türlü kısmet olmadı. Artık eskisi gibi yaylalara giden pek yoktu.  Zaten köyde eşek de kalmamıştı.  

Turistler; ‘’Kavlaktepe’deki, Bizanslılardan kalma yeraltı şehrinden mi geliyorlar ?‘’ diye düşünmedim değil, ama geliş yolları farklı yönde. Turistlerin kaybolmuş gibi bir halleri de yoktu. Aklımdan Bademdere çevresinde bulunan turistlerin ilgisini çekecek yerleri geçiriyorum.  Bademdere yakınlarında Akkız Ana Türbesi ya da Şah Toraman Türbesi var,  hani şu efsanesi olan. Uğradığı iftira yüzünden ağabeyi ve babasından kaçan, güzeller güzeli Emine’nin dereden geçerken ayakkabısının tekini düşürdüğünde dere bulanır. Bulanık suda ayakkabısını bulmak için çabalarken babası ve ağabeyinin geldiğini görür. Akan suya ‘’ Durulasın, durulasın her Cuma günü bulanık akasın’’ diye beddua eder.  Baba ve ağabeyi iyice yaklaşmıştır. Orada bulunan yaşlı büyük ağaç yarılıp Akkız Emine’yi içine gizlemiş, geri kapanmış. Fakat entarisinin bir ucu dışarıda kalmış. Köyden balta getirip ağacı kesmek isterken Akkız’ın yanındaki türbeye gömülmüş olduğunu görmüşler. Ermişlerin dünyasına katılan Akkız Ana gizemini hâlâ koruyor. Ben bu efsaneyi düşünürken; eşim ‘’Bu turistler ‘’Gâvur kalesi’’ diye adlandırılan Helenistik Dönemden kalma Ciniviz Kalesinden geliyor olabilirler. Büyük İskender’in resimlerinin yer aldığı paralar bulunmuş burada ‘’ dedi. Gâvur kalesini duymuştum ama hiç gitmedim. ‘’Gidelim’’ dedik, delikanlı yeğenler de istekli görününce gitmeye karar verdik.

Birkaç gün sonra Civiliz Kalesine gitmek için hazırlandık. Yüksekler serin olur diye özenerek eşofmanlarımın üstüne şalvar giydim, başıma boncuk oyalı örtüyü, Bademdereli kadınlar gibi örttüm onun üstüne de alnımı bağladığım bir başka örtü ile Yörük gelini havasına girdim.  Artık gidebiliriz. Totarı su kaynağının yakınlarına arabalarımızla geldik, ondan sonra bir saatlik yol olduğunu söyledikleri Gâvur Kalesine doğru kalabalık akraba topluluğu ile çoluk çocuk tepeleri tırmanmaya başladık. Yolu bilenler önden önden gidiyorlar, topluluk üç dört bölüğe ayrılmış kimi aheste aheste yürüyor, kimi yorulmuş kayaların üstüne oturup dinleniyor. Ben gruplardan ayrılarak yolu bilen yeğenlerin peşinden ilerliyorum. Tepe bazı yerde dikleşiyor, kayalar çıkıyor önümüze yürümek zorlaşıyor. Henüz kale görünmüyor. Arkamdan gelenlerle, peşlerinden gittiklerim de yok ortalıkta. Ben ha bire tırmanıyorum. Öyle bir yere geldim ki bir insanın sığabildiği, yüksek iki kaya aralığındayım. Sıkışıp kaldım kaya aralığına. Kayalar hem dik hem boyumu aşıyor. Mümkün değil tırmanamam. Başımı geldiğim yola çevirdim, ayağımın altından taşlar ufalanarak aşağılara doğru seke seke yuvarlanıyor. Karşımdaki manzara müthiş...  Göz alabildiğince uzanan plato ve yaylalar görkemli güzellikleri ile beni büyülüyor. Yeşillikler arasında orda şurda köyler, ekili tarım alanları, bütün haşmetiyle parlayan Demirkazık…

 Büyülü güzellik az sonra can pazarına dönecek. Sıcaktan fazla gelen örtülerimi, şalvarımı büyük emek harcayarak çıkarttım, elime yük oldular. Kımıldadıkça taşlar kayıyor ayağımın altından. Aşağıya bakıyorum, insanlar karınca gibi görünüyor. Yuvarlanıp düşsem parçalarımı bulamazlar. Ne inebiliyorum, ne çıkabiliyorum. Ne kadar kaldım bilmiyorum kayanın arasında? Garip ama içimde en ufak korku yok. Sadece bekliyorum ne bekliyorsam? Beni aramaya çıkmışlar. Bağırmışlar çağırmışlar sesleri bana hiç ulaşmadı. Nihayet eşim, bulunduğum tepenin üstüne gelmiş, elini uzatıyor tut da yukarı çekeyim diye. Zaten eğreti durduğu kayadan ikimizin de aşağı yuvarlanması içten bile değil. Sonunda uzun bir değnek uzattı. Değneği baston gibi kullanarak yavaş yavaş bulunduğum kayadan çıktım. Burada ne kadar kaldım bilmiyorum, bu süre bana aylar gibi geldi.  Biraz dolanarak Ciniviz Kalesine geldim. Meğer dolanarak kolayca çıkılan yolu varmış. Benim kestirmeden gitme düşüncem yüzünden az kalsın canımdan oluyordum.

 Kalenin harap durumuna üzüldüm, define avcılarınca zarar verilmiş talan edilmiş. Bu kale de onarılıp koruma altına alınmalı, adını duyurup yerli yabancı turistleri misafir etmeli. Turistleri gördük ya hemen hayallere daldık. Gavur Kalesini ve Totarı’yı turizme nasıl kazandırırız?  Civiliz Kalesini onardık, çevrenin doğallığını bozmadan kıl çadırlarından oluşan konaklama yerleri yaptık, köylü kadınlarının şepe, dürüm, gözleme yapacakları ocakları kurduk. Filik yününden çoraplar, şallar, oyalı yemeniler satılan hediyelik reyonları açtık.

Karapınar’daki gibi alabalık tesisi kurduk. Nevşehir yakın tur otobüslerini buraya yönlendirdik. Yöre halkına gelir kaynağı olabilecek girişimlerde bulunduk.  En sonunda hiç birini beceremediğimizi düşünerek topu belediyeye, yatırımcı zenginlere, İl Kültür ve Turizm Müdürlüğüne, Valiliğe atarak üzerine Totarı’dan buz gibi su içtik.